Slayt hac ve umre etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Slayt hac ve umre etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

17 Mart 2017 Cuma

6 - HAC İLE İLGİLİ ORTAYA ATILAN YALANLAR / CEVAPLAR - MAKALELER


                



                                      HAC İLE İLGİLİ ORTAYA ATILAN YALANLAR

Hac dönüşünde, kendime şöyle bir söz vermiştim. O kutsal bölgelerde yaşanan huzuru, mutluluğu herkese anlatmalıyım ki onlarda gidip görüp nasiplensinler. Ruhsal boyutta yaşanılan bu mutluluk, ancak kalpte kalıyor... Dille nasıl anlatılır ki? Tarifi nasıl olur diye hep düşünüp durdum. Daha geniş kitleye ulaşabilme adına blogla başlamaya karar verdim. Önce Hac ve Umrenin yapılışını, dualar, kutsal yerlerle ile ilgili temel bilgilerle başladım. Ve bunlara şimdi de hac ile ilgili ortaya atılan asılsız yalanlara daha geniş anlamda cevap vermeyi ekliyorum. İnternet mecrasında bu bilgiye ulaşmak isteyenlere bilgilendirmek adına vicdanen, dinen sorumluluk hissettim.

Çoğumuz, Hac ve Umre dönüşündeki insanların mutluluklarını, tekrar tekrar gitme isteklerini şahit olmuşuzdur. Peki, dini vecibenin dışında bunları orada bu kadar çok mutlu edecek ne var ki?  Dünya gözüyle bakıldığında yeşillik adına hiçbir şey  olmayan kupkuru çöl, bunaltıcı sıcaklık, bir o kadar kalabalık ... Deniz, manzara, tarihi eserler, ilgi çekecek çevrede yok. İnsanlar da bir o kadar farklı. Dil, yemek, giyim kuşam kültür  olarak şekil olarak çok farklı ... Kısacası her şey nefse, alışkanlıklarımıza karşı… Memlekette 5 dakika fazla camide duramazken, burada gece uyumanın dışında bütün gün  bunaltıcı sıcağın altında tavaf, namaz ve diğer ibadetlerini yapacaksın. Hem de bir gün değil, on gün -yirmi gün - bir ay …. Bunlara rağmen, karınca yuvası gibi milyonlarca insanlar sürekli hareket halindeler. 3/5 saat uykunun dışında sürekli Kabe'nin çevresindeler usanmadan bıkmadan... Çevrenize bakıyorsunuz anlamaya çalışıyorsunuz, memleketinde yürümekte zorlanan yaşlılara ne oldu ki birden ayağa kalkmış koşuyorlar sanki Kabe etrafında. Diğer taraftan sıcağa, kalabalığa aldırmadan, izdihamın içinde bin bir zorlukla tekerlekli sandalyede ağır ağır tavaf edenler, yorgunluktan sırtına omuzuna koluna tutunup tavaf etmeye çalışan çocuklar, eşler, anneler, babalar…. Dünya gözüyle baktığımızda Kabe'ye... Ne özelliği var ki siyah örtünün içinde, çok basit bir şekil, hiç bir süsü, farklılığı olmayan bir taş yapı…

İşte o an… Kabe'yi ilk gördüğümüz an… Anlıyoruz ki tavaf edenleri. Maksat Kabe değil, Kabe'nin yaratıcısını görmek. Evet dünya gözüyle asla göremeyiz O’nu. Biz görmezsek de O’nu, O bizi görüyor. İşte o zaman anlıyoruz ihsan makamını... Zaman duruyor o an. Kalp sanki göğüsten fırlıyor, Kabe ye koşarcasına. Mantık/akıl şaşıp kalıyor, anlayamıyor idrak edemiyor devre dışı kalıyor. Hep derler ya anlatılmaz, yaşanır….Bu aşk hiçbir aşkla boy ölçüşemez.  Ruh adeta bedeni sırtında taşıyor Kabe etrafında, beden yorulmak, doymak bilmiyor. 
Burası Kabe Allah’ın evi. Hidayet, bereket, canlanma, huzur kaynağı. Harem bölgesi her canlı Allah’ ın korumasında. Ot dahi kopartamazsın, kuşu dahi korkutamazsın. Burası, bütün Müslümanların ortak yeri. Allah katında herkesin özel yeri var burada. Rabbi davet etmiş, kul da icabette bulunmuş. Rabbim her gelen misafirine mutlaka hediyesini veriyor, boş göndermiyor kulunu. Yeter ki seçimini doğru yap,  Şeytanın etki alanında çık ki gönül gözün açılsın. Huzuru mutluluğu yakalayabilesin.

Bu duygu düşünceleri herkesin görmesini yaşamasını isterim. Ne var ki bunun karşısında olanların Hac ile ilgili yalan yanlış görüşleri beni derinden üzdü. Bunların sosyal medya da paylaşılması, olayın boyutunun aşması, işin kara propagandalara kadar varması beni bu çalışmaya itmeye vesile etti. Bir şeyler söylenmeli, yazılmalı bu yalanlara, karalamalara, iftiralara karşı. Müslümanlar zehirlenmesin. Belki onlar da bir gün pişman olup hidayete ererler. Takvada ön sıralara geçerler. Belli olmaz insanın hali.
Bu konuyla ile ilgili doğru bilgi almak isteyenler için bilgi, internette kayıt oluşturmak için bloğumda paylaşmak istedim. Hayırlara vesile olmasın Yüce Rabbim'den diliyorum.

                                                                                                                                  AHMET ARIKAN



Hac'ca dair yanlış söylemler / Haccı değersizleştirme propagandaları;

1 -)  “Hacca gidip de, Araplara para yedirmek istemiyorum” diyenlere


Cevap;

“Hac ibadeti; Allah’ın insanlar üzerindeki bir hakkıdır “ Ayet-i Kerime’de Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur:  “Onda apaçık alametler, İbrahim’in makamı vardır. Oraya giren ise emniyette olur (ona dokunulmaz). Hem ona (oraya girmek için) bir yola gücü yeten kimsenin o evi ( Kâbe’yi ) hac etmesi, insanlar üzerinde Allah’ın bir hakkıdır. Kim de inkâr ederse, artık şüphe yok ki Allah, âlemlerden müstağnidir (hiç bir şeye muhtaç değildir.)” (Al-i İmran, 97). 
Kur’an da geçen Hac ayetlerine ek olarak Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) hadislerinden bildirdiği üzerine;

↠Hac ibadeti; Müslümanları, Hıristiyan ve Yahudilerden ayıran alametlerdendir,
↠Hac ibadeti; en üstün ibadetlerden biridir,
↠Hac ibadeti; bütün günahlara kefarettir,
↠Hac ibadeti; mükâfatı sadece cennet olan bir ibadettir,
↠Hac ibadeti; hanımlara cihad sevabını kazandırır,
↠Hac mevsimi, Allah’ın cehennemden en çok kul azat ettiği günlerdir,
↠Hac ibadeti; sevap bakımından beşikteki çocuğun bile istifade ettiği bir ibadettir,
↠Hac ibadeti; maddi olarak da Allah’ın lütuf ve kereminden istifade edebildiğimiz bir ibadettir,
↠Hac ibadeti; mahşer meydanının bir nevi provasıdır,

Ayrıca Hac ibadeti; kardeşlik duygularını pekiştirir, İslam’ın birlik ve beraberlik dini olduğunu anlatır.

Bunlara daha birçok maddeler ekleyebiliriz.

Bu gibi yersiz söylemler genel de Hacca gitmeyenler tarafından söylendiği gibi, gitmek isteyenleri de engellemek adına maksatlı söylenmiş kara propagandalardır.  Bu sözleri söyleyenlerin ilk başta itikatlarını tekrar gözden geçirmeleri gerekiyor.  İslam’ın şartlarından biridir Hac. Kâbe Allah’ın evidir. Hac ve umreciler Yüce Allah’ın misafirleridir.

Bu düşüncede olanlara, öncelikle imanı telkin etmek gerekir. "Araplara düşmanlık" başlı başına İslam dinene karşı duyulan (islamofobi) bir nefretten kaynaklanmış olabilir. Bunu söyleyenlerin ya gerçekten dine böyle bir kin taşıyor veya kendilerini güya çok vatansever göstererek paralarını başkalarına vermemek için direttiklerini lanse etmeye çalışıyorlar.


Kullandığımız otomobiller, otobüsler, gemiler, tranvaylar, uçaklar yurtdışı menşeli değil mi? Yine cep telefonları ve diğer lüks mallar da. Sizce bu ülkelere, bu ırklara da para kaptırmıyor muyuz? Etrafımızı saran Avrupaların, Amerikalarının, Siyonistlerin açık açık düşmanlığı göz önündeyken, onların ürettiği her malı alıyor ve ülkelerine gidip hizmeti de alıp para kaptırmıyor muyuz acaba? Sadece bu Arap düşmanlığı niye?  Dünya da ilk atom bombasını atan, Kızıl derililere katliam yapan, Yahudilerin sabun fabrikasında yakan, Ortadoğu ve Arap coğrafyasında milyonlarca Müslümanların katleden Araplar mıydı? Arapları (giyim, kuşam, kültür, adetler vb bakımından) sevmeyebiliriz ama bunu kin noktasına getirmek niye?  Hollywood filmlerinde bize lanse edildiği gibi teröristler hep Müslümanlar, kahramanlar hep ABD menşeeli kişiler olduğu için mi? Filmlerdeki kötü Rus adamların yerini şimdi de araplar aldı.  Kahramanlar her zaman olduğu gibi atom bombası atan, birçok katliamdan sorumlu olmasına rağmen ABDliler. Hollywood filmlerine bir de sosyal medyayı eklemek gerekiyor.  Misyonerler, Siyonistler az maliyetle çok iş çıkaracakları sosyal medyaya da el attılar. İçimizdeki müslüman kisvesine girmiş omurgasızları üzerinden, islamı bozmaya dönük her türlü propagandaya rahatlıkla yapabiliyorlar. İşin tuhaf yanı alıcı da rahat bir şekilde bulabiliyorlar. (İngilizlerin Suud yönetiminde vahabiliği kurması gibi). Toplum da bu siber (din) saldırılarına savunmasız olunca, itikatımıza gelen bu saldırıyı püskürtemediğimiz gibi yara almaya da devam ediyoruz. Gerçek anlamda dinimizin gereğini bilmediğimiz gibi, hayatımıza da yansıtamıyoruz. Sadece Kalpte kalan kupkuru kalan sevgi dışında. Üst akıl her zaman olduğu gibi bunun farkında. Zayıf noktamızdan girip planlarını bir bir uyguluyorlar. Müslüman birliğini bozmak, parçalamak için de sürü psikolojisini Arap düşmanlığı üzerinden önümüze koyup arka planda İslam düşmanlığını çalıştırılıyor. Böylece ümmet yerine ırkçılık, kavimcilik bölünmelere yol açıyorlar.
Tabii ki şu an islam coğrafyasındaki olayları görmezden gelemeyiz. Bölge ülkelerin bu oyuna düşmelerinde çok büyük hatalar var. Özellikle ülkeyi yöneten krallar başta olmak üzere. Osmanlı'dan sonra bu bölgeler zengin yeraltı kaynakları yüzünden sömürgeci ülkelerin göz diktiği yerler olmuş. Özellikle petrol yatakların ele geçebilmesi için hertürlü işgal oyunlarına açık hale gelmeye devam etmiştir. İngiliz ve işgal güçler, bölgedeki büyük devletleri zayıflatmak, parçalamak, kaynaklarını ele geçirmek için irili ufaklı birçok devleteler kurdurmuşlar. Irak, Kuveyt, Bayreyn, Katar gibi. Sonrasında Önce krallar satın alınmış, arkasından da iç kaynaklar. Bu yüzdendir ki Müslüman coğrafyası savaş, terör, işgal, bölünmüşlük içindeler. Evlerini yurtlarını canlarını mallarını kaybetmiş durumdalar. Krallar ile halklar arasında uçurumlar oluşmuş. Krallar işgal devletlerin kuklası olmuş, islami şuuru kaybetmişler. İslamı bozma adına İngilizler el atında vahabiliği kurdurmuş, çoğunluk halka rağmen yönetimine de azınlıkdaki bu görüşdeki vahabi kralları getirmişlerdir. İşte Arap halkı vahabilik kuşatması, diğer taraftan da iran önderliğinde persliğin altında Şia'ların kuşatması altındalar. İşgal güçlerin fitnesiyle iki taraf sürekli biribirlerine karşı düşmanlık içindeler. Bu coğrafya Osmanlı yönetimi altındayken bu tür ayrılıklar yoktu. Ümmet birdi. Ehl'i sünnet çizgisi içinde huzurlu bir şekilde yaşıyorlardı.
Bu coğrafyanın kurtuluşu ancak, Müslümanların bir an önce fabrika ayarlarına “Ehl'i Sünnet çizgisine“ esas kimliği olan “Asr-ı saadet döneminin” misyonuna geri gelmesiyle mümkündür. Ülkeyi yöneten devşirme, Vahabi, Şia azınlık kafaların son bulması gerekiyor. Bize düşen görev de kanayan yarayı kaşımak değil, durdurmak. Arap halkın kurtuluşu adına dua etmek, kara propagandalara karşı elimizden bir şey gelmiyorsa en azından ağzımızı tutmak. İşgal güçleri zenginlikle, savurganlıkla Kralları önce dinden sonra halktan uzaklaştırdılar. Bizde aynı hataya düşmemek için dinimizi bozmak isteyenlere karşı uyanık olmalıyız. En büyük bela dinimize vurulan beladır. Mala gelen bela bir şekilde telafisi vardır. Dinimize vurulacak belanın telafisi yoktur. Çünkü artık Allah’ ın gazabını da karşınıza almış oluyorsunuz. Onun için arap halkını krallardan ayrı tutmak gerekiyor. Bu kısa bilgiden sonra tekrar esas konumuza gelelim;

Bir Müslüman olarak akla şu soruları sormak geliyor?
- Gücü yeten kimselerin Hac yapması Allah’ın emridir. Allah’ın emri olduğu halde Araplara para yedirmemek için bu emri çiğneyecek misin? Yüce Allah, Arapların bulunduğu bölgeye giderek hac görevini yapmana cennet gibi bir ebedî saadet yurdunu vereceğini söz verdiği halde, sırf Araplara para vermemek bahanesiyle cenneti elinin tersiyle itmenin makul bir davranış olduğunu söyleyebilir misiniz?
-   Araplardan sana trilyonları kazandıracak bir iş teklifi gelse “Ben Araplara iş yapmam” deyip bu menfaatini geri çevirir misin? Bütün Avrupa, ABD, Japonya ve diğerleri Araplarla iş yaparken?
-   Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.) Arap soyundandır. Yarın mahşer gününde nasıl ondan şefaat bekleyebilirsiniz? Cennetin tek anahtarı olan Hz. Muhammed (sav)’in getirdiği dine imanı ve onunla amel etmeyi ihmal edenin, bazı bahanelerle, nefis ve şeytanın telkinleriyle görevini yerine getirmeyen kimsenin bunun karşılığını iyi düşünmesi gerekir. Kur’an’da “cehennemden kurtulmak için elinden gelse kişi çoluk çocuğu dâhil bütün akrabalarını, sevdiklerini ve bütün dünyayı fidye vereceğini” anlatıyor. Araplara para yedirmemek için cehennemi tercih eden kimsenin akıllıca davrandığı söylenebilir mi?
-  Başta Kur’an, Hz. Muhammed (s.a.v.) ve sahabeler olmak üzere bütün dinî kaynaklarımız Arapçadır. Yalnız bu açıdan bile olsa Müslüman Arapları din kardeşimiz olarak sevmek imanımızın bir gereği olduğu halde, “onlara bir zırnık vermeme” düşüncesiyle kendi dini görevlerini bile yapmamak hangi akla, hangi vicdana sığar?
- Allah’ın öngördüğü İslam kardeşliğini bırakıp şeytanın kurduğu “Irk kardeşliğini” esas alan kimseyi, yarın mahşerde Allah’ın elinden kim kurtaracak? Bunu çok iyi düşünmek  ve ona göre bir hayat çizgisini takip etmek gerekir.
Daha birçok madde yazıla bilinir.
Hac ve umre nin sanıldığı aslında çok büyük bir maliyet de yok. Örnek olarak Antalya’da yapılan bir tatil parasıyla karşılaştırabiliriz. Bir umre ortalama 1000 dolar olduğunu düşünürsek, bunun en az 500 doları gidiş /geliş THY uçak biletine gidiyor, konaklama, ziyaret yerleri ve diğer hizmetlerinizi acente sağlıyor. Yani 1000 doların çoğu THY ve tur acentasına çok az bir kısmı da Araplara gidiyor. Avrupa ya gittiğinizde daha büyük bedel ödüyorsunuz.

Bu yazılanlara rağmen, hala umre yapmak istiyorum ama araplara para kaptırmak istemiyorum diyorsan. Bunun da çözümü; Umre yapmak için bir Türk tur şirketiyle görüşüp, Uçağınızın THY olmasını, Kutsal bölgelerde Türk hotellerinde kalmak isteğini söylemeniz yeterli. Böylece sıkıntılarınızı aşmış olacaksınız.  AHMET ARIKAN



2 -)  “Şeytana atılan taşlar Suudi Arabistan yönetimi tarafından parayla satıyorlar” diyenlere


Cevap;


Özellikle, internet sitelerinde ve sosyal medyada dolaşan yalan haberden biride, hac vazifelerinden biri olan şeytan taşlama için toplanan taşların Suudi Arabistan yönetimi tarafından parayla satıldığına yönelik gerçek dışı haberler. Hiçbir delil olmadan ortaya atılan bu iddiaya göre Müzdelife'deki görevliler milyonlarca hacı adayına 7 taşı bir poşete koyuyor ve bu poşeti 3'er dolardan satıyor. Bu da Suudi yönetimine taş satışından 135 milyon dolar kazandırıyor. Bunun üstüne bu yalan kuyruğuna takılanların da eklediği yalanlar… Anlaşılıyor ki bu iddiayı ortaya atan kişilere kutsal bölgeleri görmek nasip olmamış. Orayı görmüş olsalardı ne kadar komik duruma düştüğünü görürlerdi. Taşlar sünnet üzere Müzdelife’de toplanır. Mina bölgesinde şeytan taşlanır. Her taraf dağ taş. Sıcaktan yanan kayalar, parçalanıp milyarlarca küçük taşlara bölünmüşler. Gözünüzü kapatıp eğilseniz ellerinizle bir sürü taş toplarsınız. Zaten atılan taşlar nohut kadar küçük. Mantık sınırlarını zorlayan bu iftiralar, son derece komik ve Hac ibadetinin ruhaniyetine zarar vermeyi amaçlanmaktadır.  Yandaki  foto herşeyi anlatıyor zaten.  
AHMET ARIKAN



3 -)  “Araplar çok pisler” diyenlere

Cevap;


Arap olsun veya herhangi ırka mensup osun insanlar arasında mutlaka kişisel hijyeniğe önem vermeyen yani konumuzla irintili olsun diye “pis insanlar” olabiliyor. Hatta pisliği bireysel yaşayanlar dışında, sapık dini anlayışı veya toplumsal adetlerinde etkisiyle toplumlar düzeyinde de görmek mümkün.  Ama bunu bir ırka mal etmek hiçbir mantığa akla sığmaz. Konu daha iyi anlaşılması  adına, örneğin Hindistan’a gittiğinizde bunun en somut delillerini gözünüzle açık açık görebilirsiniz. Hindistan’ın bir bölgesinde midenizin alamayacağı bir şekilde, Ganj Nehri’ndeki insanların kötü hallerini görürsünüz. Diğer bir bölgesinde de hayranlıkla izleyebileceğiniz şık, şatafatlı ihtişamlı sosyete düğünlerini, lüks yaşamı. Diğer bir bölgesinde inek, fare her türlü hayvanı tanrı kabul eden  insanları. Diğer bir taraftan da yazılımla dünyada söz sahibi olan Hindistan’ı . Siz hiç duydunuz mu Hindistanlar milleti çok pis diye? Yada her türlü canlıyı kedi köpek böcek.. yiyen Çinlileri? Buna benzer Asya, Afrika ve diğer kıtalardaki milletleri … Yoksa bu pis oluş sadece araplara mı özgü?
Hindu dinine mensup  milyonlarca insanlar, dünyanın en geniş katılımlı dini toplantısı olarak addedilen Kumb Mela Bayramı için Ganj ve Yamuna nehirlerinin sularına girip hacı oldukları inanırlar. Hinduizm inancında ne olursa olsun Ganj Nehri'nin kirlenemeyeceği inancı vardır.  Bu nehirlere aynı anda milyonlarca insanların girmesiyle, nehrin pilikten rengi değişiyor, hatta kirliliğe ek olarak birçok kanalizasyon hattı ve fabrika atıkları nehre boşaltılmıştır. Aşırı kirlilik oluşturan deri sanayii ile birlikte nehre her gün tahminen 1 milyar litre lâğım aktığı da söylenmektedir. Ayrıca Hindular dini inanışlarına göre, hamile iken ölen bayanları ve çocukların cesetlerini ganj nehrine atarlar, Ganj nehrinde çok sayıda cesetin kıyıya vurup kuşlar tarafından parçalanarak yendiğini de görebilirsiniz. Hindular bunun kutsal olduğunu düşünürler. Devlet bu vahim durumu kurtarma adına, arıtma ve engellme çalışmaları için milyonlarca dolar harcamışsa da bugün Ganj, dünyanın en kirli su kütlelerinden biridir. Fakat Hindular bunu kabul etmemekte ve her kutsal âyinde nehre girmeyi sürdürmektedir. Üstelik bu suda yıkanmanın yanı sıra içenler de olduğundan sarılık, tifo gibi pek çok hastalık kapılmaktadır. Aynı zamanda bu kirlilik uzun yıllardır nehir çevresinde yaşayan halk üzerinde alışagelmedik bir etki yaratmıştır. Halk kutsal olduğuna inandığı nehir suyunu günlük işlerinde kullanmaktadır ve bu da nehirin barındırdığı hastalıklara karşı zamanla bağışıklık kazanmalarını sağlamıştır.Yerel halk bu yüzden nehirin suyunu şifalı kabul etmektedir.  
Aynı şekildeFransa’ya ne demeli? Geçmişlerinde tuvalet kültürü olmadığından, insanlar pis koktuğu gibi çevrelerinde pislikten geçilmediği tarihlerinde kayıtlıdır. Bu kokudan kurtuluş adına parfümün icat edildiğini, topuklu ayakkabıların ve döpriesleinde modadan değil insan dışkına basmamak için giyildiği de. Şu an Avrupa’da tuvaletlerde hala taharet musluğu yoktur. Ayrıca İsrail’de Telaviv havaalanında wc’ye girmek için pet şise aradığımı da unutamam. Vel hasıl dünyanın her tarafında buna benzer örnekler görebilmek mümkündür.
Müslüman temizdir, temiz olmak zorundadır. Allah ‘ın huzuruna çıkmadan önce abdest almak zorunsadınız. Abdestin şartlarına uymak zorundasınız. Abdestin geçerliği içinde tuvalet adabında başlıyor. Abdest olmaz sa namaz da olmuyor. Namaz olmayınca da kulluk görevi de yerine gelmemiş oluyor. Her millette olduğu gibi Araplar arasında da mutlaka pis olan kötü izlenim veren insanlar vardır. İşin ucu o kişilerde kalmıyor, araplar üzerine lanse edilp, müslamanlığın tümüme vardırılmak isteniyor. Çünkü Kur an Arapça, Peygamberimiz (sav) Arap soyundan. Elinden kitabı alırsanız, peygamberini de yok sayarsanız Müslümanlara istediğinizi yere kaydırısınız.
Asıl sorumuza geldiğimizde, Hac ve Umre’ye gidenler, Harem-i Şerif etrafında (Kabe çevresinde) olsun, Arafat'ta,  Müzdelife'de, Mina'da, Mescid-i Nebevi çevresinde olsun birtakım insanların kenar kıyıda, ortada olsun oturup elleriyle yemek yediklerini, geceleri de buralarda açıkta yattıklarını görürler. Daha iyi tasvir etmek açısından şöyle düşünebilirsiniz, İstanbul’un en büyük camilerden biri olan Süleymiye Camii’sine ziyarete gelenlerin maddi durumları olmadıkları için avluda yerde yemek yediklerini. Maddi imkan el vermediği için yanında taşıdıkları gıdaları ya da domates,ekmek gibi yiyecekleri elleriyle yediklerini düşünün. Gece olunca da oldukları yerde yattıklarını. Sürekli ziyaretçilerin akın ettiği yer olduğu için de bu manzaranın sürekllik arz ettiğini. Ama belediye gün içerisinde teknolojik donatılmış araçlarla hijyenik temizliklerini yaptıklarını, havlunun altına da tuvalet ve banyolarla hizmet verdiğini düşünün.
Bizim hacılar, hotellerinde sabah kahvaltısını yapmış, uykusunu almış, giysilerini değiştirmiş, sıcağa karşı takkesini takmış harem-i Şerife bu şekilde giriyorlar. Tabii ki karnı tok olunca, cepte de para olunca, bu olumsuz gözüken tabloyu görünce “pis “ damgasını vurmaya başlıyorlar. Unutuyor ki, bunlar da Allah’ın misafirleri olduğunu. Her türlü imkansızlığa rağmen Allah’ın evine geldiklerini. Keşke olsa da onlarda bizim gibi uçakla gelseler, hotellerde kalsalar… Kim istemez ki? Bizimkilerin gözleri hemen üst başa çevriliyor, ellerinde çatal olmayışına. Yerde yemek yiyişlerine. Bir an içinde olsa kendini onların yerine koyamıyor! Ben olsam sırf Allah rızası için, bu zorluklar içinde aç susuz, disarda yatabilir miydim bir aylığına olsa bu kutsal yerlerde… Şükredeceğine, kınıyor kızıyor din kardeşine. İyi de orada sığınılacak yer yok ki. Park bahçe yok ki, göz önünde olmasınlar. Bu çölde Haremeyn’den başka sığınalacak yer yok ki. Etraf hotellerle dolu. Gölge adına sığınlacak, mesire yerleri de yok. Çöl burası. Yeme içme uyuma ihtiyaçlarını olabildiği hızlı bir şekilde halledip, abdestini alıp hemen tavafa atıyorlar kendilerini. Siz olsanız gölgenin olmadığı, Ortalama 50 derecede çöl sıcağında dışarıda hijyenik olarak nasıl yaşam sağlardınız. O sıcakta sırtınızda seyhat çantasıyla. Parasız pulsuz yabancı bir ülkede. Osmanlı olsaydı mutlaka bu insanlara kalacak yer, tabildot yemek verirlerdi. Hatırlayın Osmanlı Medine’ye çuvallar yiyecek yolladıklarını. Kabe örtüsünü de gönderdiklerini. Mimar Sinan hacılar susuz kalmasın diye su yolu yapmak için Mekke’ye gittiğini. İnşaa ettiği Kabe Ravaklarını. Daha neler anlatılabilinir …
Belki sizlerde duymuşunudur, çok değil bundan 20/30 yıl öncelerini. Türkiye den giden hacı adaylarını. O eski klimasız sert koltuklarda yapılan otobüs yolculuklarını. Kaç tane ülkeyi geçerlerdi haftalarca yorgun yorgun. Yanlarında 1 ay fazla idare edecek yiyeceklerini taşırlardı. Çadırlarda kalırlardı o kavurucu sıcaklarda. Onlardan hiçbir şikayet gelmez di kulaklarımıza. Ne yorgunluk, ne pis insanlar şikayetini.
Hz. Hacer Annemizi hatırlayalım, oğlu Hz İsmail ile Kabe’nin henüz inşaa edilmeğinde yıllarda tek başına aç sussuz çölde yalnız kaldıklarında Rabbim onlara Zemzem’i nasip etmişti. Zemzem özelliği susuzluğu giderir, doygunluk hissi verir, şifa ediciliği özelliği vardır. Hz. Hacer Annemize nasibiyle başlayan zemzem kuyusu, milyonlarca hacının aynı anda kullanmasına rağmen, ülkerlerine bol bol taşımalarına rağmen halen oluk oluk akmaktadır. Hz. Hacer Annemiz çok uzun bir süre çölde aç susuz kalmasına rağmen sadece zemzemle beslenmiştir. İşte bunun idrak edilmesi gerekiyor. Buraya gelen bu insanlar da Allah’ın misafirleri, Rabbim onları Zemzem ile bir nevi  vitaminle serumla besliyor, onların yorgunluklarını,  aç ve susuzluklarını üzerinden alıyor ki, onlarda da bu güç ve kuvvetle her türlü imkansızlıkşara rağmen ibadetlerini yapabiliyorlar. Ev sahibi, misafirini en iyi şekilde ağırlıyor beytinde. İşte anlayamıdığımız konu bu, her şeye dünya gözüyle bakmak, arka planı görememek. Belki bu garibanların içlerinde Allah dostları, evliyalar vardır bizlerin göremediği.
Bu insanların çoğunluğu fakir ülkelerden gelen daha çok Asya, Afrika kökenli. Arapların zaten durumu genelde çok iyi.  Arap, Acem, Türk, Afrikalı, Asyalı ne oluşa olsun Allah katında herkes eşit. Bir nevi Kabe müslümanların toplandığı en büyük kongre. Burada herkes yüce Allah’ın misafiridir. Allah katında makbul olan tek şey takvadır. İhramın gayesi de bu değil midir? İnsanlar kefen misali ihram giyerler. Herkes eşitlenir, ırk statü, zenginlik ihram içinde erir gider. İhramlılara baktığınız da kimin zengin kimin fakir, kimin üst düzey yönetici, kimin işçi olduğunu anlayamazsınız. Hac’cın şuurunu iyi bilmek lazım. Yosa yaptığımız hac, Allah muhafaza turistik gezintinin ötesine geçemez. Kutsal bölyeye girildiğinde en makbul olanı az konuşmak, az yemek, az uyumak tefekkür halinde olmak.
Sizce Allah katında hangisinin Hac’cı daha üstündür?  3 saatte uçakla rahat seyahat,klimalı lüks araçlarla hotele varış, yıldızlı hotellerde dinlenme yeme içme yine acentalarin klimalı araçlara sizlere hizmet vermesi mi? Yoksa bütün yoksulluklara rağmen günlerce haftalarca sürecek zorlu yolculuk  ardında kalacak yeriniz yok, kuru yeme içme mi?
Hey hacı şükret haline, o kardeşlerine acı dua et. Onların bu durumunu kötü şekilde ülkende lanse etme. Sen de bir gün depremle veya bir musibetle her şeyini kaybedebilirsin. Ülkemize sığınan Suriyelileri gör. Onlar da isterler miydi savaş yüzüznden her şeylerini geride bırakıp aç susuz olarak göçebe olarak Türkiye’ye sığınmak?
İşte konunun özü bu. Milyonlarca hacılar, Kabe’ye girip çıktılarında imkansızlık içindeki bu insanlarla karşılaşabiliyorlar. Bunlar asla dilenmiyorlar, asla kimseyi rahatsız etmiyorlar. Boyunları bükük şekilde kendi ihtiyaçlarını karşılayıp, bütün gün Kabe’de ibadetlerini yapıyorlar. Genel de hac dan gelenler bunları görüp anlatıyor çevrelerine.    AHMET ARIKAN





4 -)  “Hac'ca gideceğinize parasını ihtiyaç sahiplerine verin” diyenlere

Hacca gitmek yerine fakire yardım etsek daha iyi olmaz mı?

Cevap;

İbn  Ömer (r.a.)’den rivâyete göre, Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "İslâm, beş temel esas üzerine kurulmuştur:  Allah'tan başka ilâh olmadığına, Hz Muhammed'in (s.a.v.) Allah'ın kulu ve son elçisi olduğuna şehâdet etmek; Namaz kılmak; Zekât vermek, Kâ'be'yi Hac'cetmek ve Ramazan orucunu tutmak" (Buhârî, İmân, 1, 2; Müslîm, İmân, 19, 22; Tirmizi, İmân, 3; Nesâî, İmân, 13)
Bu şartlar İslam dininin direği niteliğindedir. İslâm’ın şartlarını yerine getiren kimseye müslüman denir. Bu şartlardan herhangi birini inkâr eden ise dinden çıkmış olur.
Bedenle yapılan namaz ve oruç ibadetinde nefis terbiyesi ağır basarken; mal varlığıyla yapılan zekat, sadaka ve kurban ibadetlerinde dayanışma ruhu öne geçmektedir. Hem bedenle hem de mal ile yapılan Hac ibadetine gelince, o bu özelliklerin hepsini bünyesinde toplar.

 “Şüphesiz ki insanlar için ilk kurulan ev, Mekke'deki mübarek ve âlemler için hidayet vesilesi olan Kâbe’dir Orada apaçık alâmetler vardır, İbrahim'in makamı vardır Kim oraya girerse emin olur Oraya (gitmeye) yol bulabilen kimseye Allah için Kâbe’yi ziyaret etmek farzdır. Kim nankörlük eder (de imkânı olduğu halde haccetmez)se (bilsin ki) Allah âlemlerden müstağnidir.” (Âli İmran, 96–97)

“İnsanlar arsında Haccı ilan et ki, gerek yaya olarak, gerek uzak yollardan gelen yorgun develer üzerinde sana gelsinler.” (Hac, 22–27)

"Hac ve Umre'yi de Allah için tamamlayın!..." (Bakara, 196)

İnsan yaratılışı gereği Yüce Allah’a karşı kulluğunu ortaya koymak ihtiyacındadır. Hac, kula en belirgin bir şekilde Yüce Allah karşısında acizliğini ortaya koyma, kulluğunu ifade etme ve onun verdiği nimetlere şükretme imkanı veren bir ibadettir. Çünkü Hac'ı; mal, mülk, makam ve mevki gibi dünyevi unsurlardan sıyrılarak Allah’a yönelir.  Sonsuz güç ve kudret sahibinin karşısında teslimiyetini ve bağlılığını ifade eder.
Diyanet, her yıl Türkiye’ye tanınan Hac kotası sayısınca, kayıtlı hacı adaylar arasında kura çekip Hac'ca gönderir. 7 yıl üstü bekleyenleri kurasız gönderip, kalan kısmı içinde adaylar arasında kuraya tabi tutuyor. Yani istediğiniz zaman paranız da olsa yasal yoldan Hac 'ca gidemiyorsunuz. İşçi vizesiyle gidenler haricinde. Diyanete kayıt yaptırıp her yıl kurayı bekleyip çıkmadığınız takdirde sonraki yıl gitmek içinde tekrar kayıt yeniliyorsunuz. Uzun bir zaman bekliyorsunuz, ömür yeter mi yetmez mi Allah bilir. Çünkü genelde emekli olunca, eleği duvara asınca gitme anlayışı var ülkemizde. Şimdi bu hacı adaylarını düşünün her yıl kura zamanında heyecanla bekleyip dururlar Hac'ca gitmeyi. Özenle biriktirdiği birikimiyle gitmeyi beklerler kutsal yerlere. Bu insanların karşısına çıkıp,Hac'ca eceğinize paranızı fakirlere dağıtın teklifinde bulunacaksınız. Tabiri caiz ise Allah’ın emrine karşı çıkıp, hayır öyle değil, böyle yapın diyeceksiniz. Nedense fakire yardım yapılması, sadece Hacıların parasına mahsus gibi. Sanki para boşa gideceğine fakire gitsin. Siz hiç duydunuz mu Avrupaya defalarca seyahat edenlere böyle teklif edenleri. ya da her sene kendi ülkesinde 5 yıldızlı tatile çıkanlara. Fakirleri sadece hac parasıyla değil, boşa akıttığımız diğer israflarımız ile çözümler üzerinde odaklanmalıyız. Her insan kendi hayatını süzgeçten geçirirse nice hac paralarını israf ettiğini görecektir. Toplum olarak bu israf ettiklerimizin yarısı kadarını tutabilsek herhalde yardım edecek fakir kimse kalmayacaktır Ülkemizde.  Alkol, sigara, ithal edilen lüks mallar, otomobiller, cep telefonları, AVM ler deki yabancı menşeli mal ve hizmetler… Sonuç olarak hac parasına göz dikeceğimize, önce kanayan yaramız olan cari açığı yol açan lüks mallara olan düşkünlüğümüzün neden olduğu savurganlığı son vermeye kafa yoralım.
Denilebilir ki, bu iyi niyetle söylenmiş masum bir öneri sadece. Bu kadar büyütmenin ne anlamı var. Sadece hac ile ilgli değil, diğer dini vecibelerde de aynısı yapılmıyor mu?  Kurban kesme parasını ihtiyaç sahibine ver… Bu gibi masum gibi gözüken telkinler itikadımızı derinden vurmaktadır.
Her yıl hac zamanında, kurban zamanında Bu öneriyi yapanlara, kimin ona telkin ettiği sorgulanmalı öncelikle. Kul her zaman uyanık olmalı şeytanın oyunlarına karşı. Siz hiç duydunuz mu şeytanın direk Allah’ın emirlerine karşı çıkın telkinini. Direk namaz kılma demez. Bunun yerine daha masum sözlerden iyilik yapar gibi telkin eder.  Şu işini yap ondan sonra rahat rahat kılarsın namazını, daha vakit var der. Sonrasında kazaya bırakısın der. Sonrasında artık gün bitti. Yarın kılarsın der, der, der. Allah’ın farz kıldığı bir emrine karşı, mantık, akıl yürütülür mü? Rabbim bizden teslimiyet ister. Elçisine uymamızı ister.
“İbadetler, Allah nasıl emretti ve elçisi nasıl gösterdi ise öyle yapılır.” Çünkü ibadeti yapacak olan Mü’mindir. İnanan ve Allah’a bağlanan bir Müslüman için ibadet bir yük değil, zevkle yerine getirmek istediği bir ihtiyaçtır. Mü’min bu ihtiyacını Allah ve Rasulü’nün sunduğu program dahilinde yerine getirir. Dolayısıyla ibadetlerin şekli ve yapılışı konusunda aklen yapılacak açıklamalar, nihayet bir yorumdan öteye geçmez. Bu alanda akla gelebilecek pek çok sorunun cevabı şudur, “Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur ve onun için bu ibadetler böyle yapılmaktadır”.

 "Ben nasıl namaz kılıyorsam, siz de öyle kılın!" (Buhari, Edep, 27);
"Haccın yapılışına ilişkin uygulama, fiil ve davranışlarını benden alın!" (Nesâî, Menâsik 220)

Ruh ve bedenden oluşan insan, yapısı itibariyle dine muhtaçtır. Bu durum, hem bedensel ihtiyaçları, hem de ruh sağlığı bakımından bir zarurettir. İnsan bu ihtiyacını, aynı zamanda bir inanç, ibadet ve ahlak sistemi olan din vasıtasıyla giderebilir.
İbadetlerin görünen yönlerinin yanı sıra, çeşitli hikmetlerinin de varlığı inkar edilemez. Dolayısıyla, onların şekillerinin ve yerine getiriliş biçimlerinin öğrenilmesi kadar, hikmetlerinin de anlaşılmaya çalışılması bir ihtiyaçtır. Özellikle de hac gibi bünyesinde pek çok sembolik anlamlı fiili bulunan ibadetlerin özünün ve ruhunun yakalanabilmesi açısından bu ayrı bir önem taşımaktadır. Zira hac, baştan sona sembollerle dolu bir ibadettir. Bir semboller haritasıdır âdeta. Tavaf, sa’y, şeytan taşlama, Arafat’ta vakfe vb. hac ile ilgili fiil ve davranışların hepsi de sembolik anlamlar taşımaktadır. İşte bu sembollerin anlaşılması ile yapılan bu ibadetin önemi ve başka bir ibadetin hac ibadeti yerini tutmayacağı anlaşılır.
Günümüzde maalesef dinden uzaktan yakından ilgisi olmayan insanlar, hacca gitmenin Araplar'a para yedirmekten başka bir şey olmadığını söylüyorlar ve belki de bazı Müslümanlar bu sözlerden etkileniyorlar. Halbuki hac Allah'ın emridir. O kutsî mekanları ziyaret etmekle elde edilecek şeyler, başka hiçbir şeyle elde edilemez. Hac farizasının yerini başka bir şey tutamaz. Kaldı ki o İslam'ın üzerine bina edildiği beş temel esastan biridir. Hz. Peygamber döneminde de şüphesiz muhtaç insanlar çoktu. Onlara yardım etmeyi her fırsatta teşvik etmişlerdi. Ancak her ibadete ayrı önem vermiş birini diğerinin yerine koymamıştır.
Blogumdaki,  4 ) HAC ve UMRE'NİN YAPILIŞI - "GENİŞ ANLATIM" bölümünü mutlaka okumalarını tavsiye ediyorum. Hac menasiklerini, hikmetleri anlatılmıştır. Böylece Haccın yerini neden başka bir ibadet tutmayacağı anlaşılmış olacaktır.   AHMET ARIKAN


SİZİN İÇİN SEÇTİĞİM KÖŞE YAZILARI / MAKALELER



İTİRAF / Serdar Tuncer 

Kul olmak gibi bir derdi yok hiç birimizin. Almayı istediğimiz ev, gördükçe iç geçirdiğimiz araba, kazanmayı hayal ettiğimiz para kadar meşgul etmiyor kalbimizi kul olmak. Hayat dediğimiz şeyin, altında biraz eğleştiğimiz bir ağaç gölgesi olduğunu unuttuk. Bu dünyada garip bir yolcu olduğumuzu hatırlamıyoruz bile. Giderken geride bırakacağımız her şeyin daha fazlasını avuçlarımıza almak istiyoruz. Yanımıza alacağımız yegâne sermayenin azını bile tutamıyoruz ellerimizde.
Uykuya kurban ettiğimiz en son sabah namazımızdan bahsediyorum sermaye derken... Asgarisini bile vermemek için tanıdık hocaya kırk takla attığımız zekâtımızdan... Daha vakit öğleyi bulmadan bir gıybete, bir haram nazara feda ettiğimiz oruçlarımızdan... Dönüş uçağına binmeden hiç eylediğimiz haccımızdan, telaffuzu yarım yamalak, mânâsı kırık dökük kelime-i şehadetimizden... Tevazu peçeli kibrimizden, ihlas libaslı riyamızdan, zekâ kılıklı üç kağıtçılığımızdan, uyanıklık suretli dalaveremizden söz etmiyorum hiç.  Kulluğu ibadetten ibaret zannedişimizden ve onun bile hakkını veremeyişimizden bahsediyorum.
Haydi itiraf edelim aslanlar gibi...
Allah rızası için sevip sevilmenin sadece lafı var dilimizde. Sevdiklerimiz bir nimete erişince dillerimiz yalandan tebrik ederken kalplerimiz hasedin hakikisini susuyor kendi içine. Tökezlemesin diye koltuğuna gireceklerimizin ayakları kayınca, başımızı öte yana çevirip tebessüm ediyoruz gizliden. Kolumuza sımsıkı girene değil, ayağımıza çelme takmayacak olana dostum diyoruz artık. Eskiden düşmanına bile mert olmayana adam demezdik, şimdi dostuna namertlik etmeyenin adı namuslu diye geçiyor lügatlerimizde. Ne dedikodu etmeden bitirebildiğimiz bir sohbetimiz kaldı ne kardeşlerimizin etini yemeden yapabildiğimiz bir muhabbetimiz… Kendi gözlerimizdeki ormandan habersiz, başkasının gözündeki çöpü meze ediyoruz yemeklerimize. Dişlerimizdeki kardeş artığını hangi kürdan nasıl temizleyecek, düşünmüyoruz hiç. Hiç kimse tarafından eleştirilemeyecek kadar mükemmeliz hepimiz, herkesi eleştirebilecek kadar bilgili. Her bir şeyi biliyoruz, haddimizden başka!
Haydi itiraf edelim ama Müslümanca...
Bir ilmihali bile baştan sona okumadık pek çoğumuz. Ne necasetten haberdarız doğru dürüst ne taharetten. Otuz iki farzı yarısına kadar sayamayız, elli dört farz gereksiz malumat zaten. Dindarlığı kimselere bırakmayız, namaz dinin direği, deriz ama namazın şartlarını, farzlarını, vaciplerini, sünnetlerini kaçımız sayabilir, teklemeden? Babamız ölse nasıl gasledeceğimizi, nasıl kefenleyeceğimizi, kabre nasıl koyacağımızı bilmeyiz. Ama hangi ayet-i celilede neyin kast edildiğini, hangi hadis-i şerifin niçin gerçek olamayacağını, hangi mezhep imamının nerede yanıldığını, mezheplere niçin artık gerek kalmadığını biliriz. Öyle ya Google var yahu, İmam-ı Âzam da kim oluyor?
Şirinlikten uzaksa üslubum beni ayıplamayın. Sizi üzüyorsam beni bağışlayın. Kendi kavgama sizi de ortak ederek haddimi aşıyorsam lütfen idare edin. Fakat itiraf edin, itiraf edelim ne olur... Şehrin orta yerine çıkıp avazımız çıktığı kadar koro halinde başkalarına haykıralım demiyorum. İçimizin tenhasına çekilip kendimize sessizce itiraf edelim.
Arakan umurunda değil hiç birimizin, Suriye’yi çoktan unuttuk, Filistin bir slogandan fazlası değil dudaklarımızda, Doğu Türkistan nereye düşer bilmeyiz bile… Bir dost sohbetinin orta yerinde iki çift lafı geçti mi mazlumların, sanıyoruz ki vazifemiz tamam olmuştur. İki tivit attık mı, hele bir de toplu mesaj gönderdik mi dertlenmiş sayıyoruz kendimizi kardeşlerimizin derdiyle. Öyle ya Müslümanlık bu değilse nedir? Bir binanın tuğlaları gibi, bir vücudun azaları gibi olmak bundan başka nasıl olur ki? Kaç kardeşsiniz sorusuna Sezai Bey’den mülhem “iki milyar” deyiverdik mi sanırsın ki halloluyor Ümmet-i Muhammed’in cümle dertleri.
Haksızlık etme demeyin bana, siz insaf edin biraz.
Hangimizin rüyası hıçkırıklarla bölündü Allah aşkına? Kaç geceyi uykusuz geçirdik zalimler elinden can veren kardeşlerimizin sızısıyla? Kaçımızın kahkahası Arakan’da can veren bir mazlumun yüzü gözlerimizin önüne gelip de donup kaldı yüzümüzde öylece yarım? Ne zaman anasının gözleri önünde yakılarak öldürülen bir çocuğun feryadı çınladı kulaklarımızda da, ağlayarak terk ettik bir yemek sofrasını?
Elimizden ne gelir diye düşündük mü hiç? Elimizden geldiği kadarıyla azına çoğuna bakmadan kıyabildik mi sevgili servetlerimizin hiç olmazsa bir kısmına? Paramıza kıyamamanın kendimize kıymak olduğu geldi mi hiç aklımıza? Olsaydı gönderirdim demesin hiç kimse. Olandan ne gönderdim diye baksın kendine. Azken veremeyen çokken hiç veremezmiş diye tevekkeli dememiş kudemâ. Vermek sadece mal mülkle olmaz üstelik. Uykumuzu bölüp başımızı mıhladığımız bir teheccüd secdesinde gözyaşı dökmeyi beceremeyecek kadar da mı fukarayız?
 İstanbul’da patlayan bombaya kayıtsız kalan Batı’ya sövmekte haklı gördük hep kendimizi. Kendi doğumuzdaki yahut güneyimizdeki bir ülkede hemen her gün kendini patlatan canlı bombaların öldürdüğü insanlara bir Batılı lakaytlığıyla baktığımızı fark etmedik hiç. Heyhat ki heyhat! Herkes kendi doğusunun bigânesi!
Haydi itiraf edelim. Harbi ama yani utandırmadan dansözleri...
Tuttuğumuz takımın mağlubiyetine üzüldüğümüz kadar üzülmüyoruz zalimler elinde can veren kardeşlerimize. “Vah, vah”larla seyrettiğimiz haberler bir an evvel bitse de meftunu olduğumuz dizimiz başlasa, şöyle biraz keyfimiz gelse diye bekliyoruz televizyon başında.  Victoria Secret’ın yeni melekleri, Arakan’ın şeytanlarından daha fazla dikkat çekiyor ümmetin son umudu olan güzel ve büyük Türkiye’mde.
Bu işte bir yanlışlık var. Bizde bir yamukluk var. Ve biz doğrulmadan o yanlış düzelmeyecek, düzelmez!
“Emrolunduğumuz gibi dosdoğru ol”madan biz, bize dosdoğru olmayı emreden kitaba hakkıyla râm olmadan, bu emre muhatap oluşuyla sakalları ağaran güzelin ardına tam bir teslimiyet ve sadakatle, gayret ve muhabbetle düşmeden bu iş asla olmayacak.
VE itiraf etmeye utansak da bilelim ki, bu iş olmadan, biz ne olursak olalım bizden bir şey olmayacak!

Serdar Tuncer  /  İtiraf
Yeni Şafak - 31.08.2017 tarihli köşe yazısı

*****************************************************


 Kötülüğün Cüreti İyiliğin Pasifliği / Kemal ÖZTÜRK 

Sanırım sizler de benim gibi bu sıralar aynı soruları soruyorsunuz kendi kendinize:
 Neden kötüler daha cüretkar?  Neden kötüler daha organize? Neden kötülük daha hızlı yayılıyor? Neden iyilik daha edilgen? Neden kötü insanlar daha baskın? Neden iyiler tek tek köşelerine çekiliyor?





Dünyanın haline bakın. Hepimizi ateşe sürüklüyor kötüler. İki dünya savaşı çıkardıkları yetmiyormuş gibi, şimdi de üçüncüsünü çıkarmak için uğraşıyor kötüler.
Ülkelerin haline bakın. Myanmar’a bakın, Suriye’ye bakın, Irak’a bakın, Yemen’e bakın, Filistin’e bakın, Afrika’ya bakın…
Binlerce insan kötüler tarafından öldürülüyor, sürülüyor, işkence görüyor. İnsanın ölümü hiç bu kadar sıradanlaşmamıştı. Toplu bir cinnet nöbetine tutulmuş gibi, kötüler dünyayı yakmak için odun taşıyor her yere.
Kötülük cahildir.
Cehalet, kötülüğün mayalandığı yuvasıdır.
Cehalet ve kötülük, birini tamamlayan iki element gibidir. İkisi bir araya geldiğinde, yanıcı madde olurlar. Cehaletin ve kötülüğün birleşmesinden dolayı insanlığın canı çok yanmıştır.
Bilgi, kötülük için bir prangadır. O yüzden bilmek istemezler. Bilmeyince korkmazlar. Korkmayınca cüretkar olurlar.
Kötülük neden korkacak ki?
Kaybedecek bir şeyi yoktur kötülüğün. Sonunda kaybedince kötü olacaktır. O zaten baştan kötü olmayı tercih ettiği için kaybedecek bir şeyi yoktur.
Kötülük yapmak, tesadüfi bir şey değildir. İhtiyaridir, taammüden yapılır, isteyerek yapılır.
İnsan, kazayla kötü olmaz, isteyerek kötü olur.
Kötülüğün tek ilkesi, menfaatidir. Onun haricinde hiçbir ahlaki değeri yoktur. Bugün doğru dediğine, yarın yanlış der. Bugün iyi dediğine, yarın kötü der. Bugün dost olduğuyla, yarın düşman olabilir.
Kötülüğün kıblesi, kendi menfaatidir, kendi egosudur.
Kötülerin dostu, kötülerdir. Kötü bir insan, kötü birini yol arkadaşı seçer. İyi insanlardan vebadan kaçar gibi kaçarlar. Kötüler, iyi insanların yüzünde kendi yansımalarını görürler.  Kötüler, iyi insanları şeytana benzetir.
Şeytanlar diyarında melekler taşlanır (S. Şimşek).
Etrafta gördüğümüz kötülükler çirkin çalılara, ayrık otuna, zehirli sarmaşıklara benzer. Onlara müdahale edilmezse, her yana yayılırlar.
O yüzden bir kötülük gördüğünüzde elinizle, dilinizle ya kalbinizle müdahale edin derler. Kötülük bulaşıcıdır, yaygınlaşmaması için iyilerin müdahale etmesi gerekir.
Kötülerin şaşırtıcı bir organize olma yeteneği varıdır. Bunun sebebi ihtiraslarıdır. Menfaatlerine kavuşmak için yüksek motivasyona sahiptirler.
O yüzdendir ki, kötülük ele geçirdiği topraktan, makamdan, koltuktan asla gitmek istemez, orada kalmak için her şeyi mubah sayar.
Kötüler, güce tapar, zayıfı ezer.
Zengini sever, fakiri horlar.
Güçlüyü yüceltir, garibanı dışlar.
Kötüler amaçlarına ulaşmak için tüm kutsalları ve doğruları yok sayar. Daha da ileri gider, tüm kutsalların ve doğruların anlamını değiştirir, içini boşaltır, değersizleştirir.
Kötüler haklı olduklarını ispatlamak için yalanın en büyüğünü söyler, sesin en gürültülü olanını çıkarır, şiddetin en büyüğünü uygular.
Kötülük hiçbir zaman haklı olamayacağını bilir.
O yüzden kötülük haklı olmayı değil, haklı görünmeyi hedefler.
İyi insanlar kötü insanlardan daha fazladır, ama daha azmış gibi görünür. Kötülük daha çok göze batar çünkü.
Susmak iyi insanların en büyük kaybıdır. Sustukları sürece kötülük zehirleyecek alan bulur kendine.
İyi insanlar bir araya gelmeye, organize olmaya ve kötülüğe karşı her birlikte direnmeye karar verdiklerinde, kötüler için kabus başlar.
Hep kötülük kazanıyormuş gibi gözükür. Lakin kötülük kısa vadede kazanır, uzun vadede kaybeder.
İyilik sonunda muhakkak galip gelir.

Kemal ÖZTÜRK / Kötülüğün cüreti İyiliğin pasifliği

Yeni Şafak / 29  Agustos  2017 Tarihli Köşe yazısı