Allah’ı tanımak, O’na
kulluk etmek, hayatını O’nun belirlediği program dahilinde yürütmek insanın
temel görevidir. Çünkü Yüce Allah onu bunun için yaratmış ve din duygusu ile
yüklü olarak dünya sahnesine çıkarmıştır. Bütün yaratıklar içinde “emâneti” sadece
o yüklenmiş, buna karşılık olarak yeryüzünün halifesi ve mimarı
olmuş, bütün varlıklar onun hizmetine verilmiştir. Akıl, muhakeme,
anlama ve irade gibi birçok yetenekle donatılan ve
ilâhî vahiy ile kendisine rehberlik edilen insan, üstlendiği “kulluk
görevini” yerine getirip getirmeme konusunda serbest bırakılmıştır. Bu
özgürlük içinde ilk insandan bu yana aklını kullanıp ilâhî vahye kulak
verenlerin yanında şeytana uyup heva ve hevesini ilâh edinenler de olmuştur.
Yaratıklarına son derece merhametli olan Allah, ilk insandan beri her topluma
peygamber göndermek suretiyle insanları kulluk görevlerini yapmaya çağırmıştır.
Bu çağrıya uyanlar, ilki Kâ’be olmak üzere yeryüzünde pek çok mabet
yapmışlardır. Kur’ân’da bildirildiğine göre (Bakara, 2/127) Kâ’be, Hz. İbrahim
ve oğlu Hz.İsmail (a.s.) tarafından inşa edilmiştir. İnşaatın bitiminden sonra
İbrahim ve İsmail (a.s.)’ın,“Rabbimiz! Bize ibadet
yerlerini ve ilkelerini göster” (Bakara, 2/128) diye dua etmeleri
üzerine Yüce Allah, onlara hac ibadetinin nasıl yapılacağını vahiy meleği Cebrail
vasıtasıyla öğretmiş ve “İnsanlar arasında haccı ilan et ki gerek
yaya olarak gerek uzak yollardan gelen yorgun develer üzerinde sana gelsinler” emrini vermiştir
(Hac, 22/27). Hz. İbrahim (a.s.) insanları hacca çağırmış, bu çağrıya
uyanlar Mekke’ye gelip hac görevini ifa etmişler, Kur’ân’ın beyanı
(Hac, 22/28-30) ile bir takım menfaatlere tanık olmuşlar, Allah’ın adını
anmışlar ve günahlardan temizlenmişlerdir. Son peygamber Hz. Muhammed (a.s.)’ın
peygamber gönderildiği döneme kadar hac ibadeti devam etmiş, ancak uygulamasına
bir takım putperest gelenekler karıştırılmıştı (Enfâl, 8/34). İslam bunları temizleyerek
hac ibadetini tevhit inancına uygun hale getirmiştir. Hicretin 9. yılında
nazil olan Âl-i İmrân suresinin 97. âyeti ile hac Müslümanlara farz
kılınmıştır. Bu yıl, Hz. Ebûbekir’i hac emîri olarak görevlendiren Hz.
Peygamber (a.s.), hicretin 10. yılında yüz bini aşan sahabî ile birlikte hac
yapmıştır. Peygamberimizin yaptığı bu hacca, son haccı olduğu ve
sahabilerle vedalaştığı için “Veda Haccı”; Müslümanlara hac ibadetinin
bütün hükümlerini hem nazarî olarak bildirdiği, hem de pratik olarak gösterdiği
için “Belağ Haccı”, haccın farz kılınmasından sonra ilk haccı olması
dolayısıyla da “İslâm Haccı” denilmiştir. İslam’ın beş temel esasından
biri olan hac ibadetini yerine getirmek için 15 asırdır Müslümanlar, dünyanın
dört bir yanından kutsal topraklara, Kâ’be’ye ulaşmaktadırlar. Diğer ibadetlere
nispetle daha teferruatlı ve sabır gerektiren bir ibadet olan hac; insana
nefis terbiyesi, irade eğitimi ve davranışlarını disiplin altına alma imkânını
sağlar. Çünkü, insan ihrama girmekle başlayan yasaklara uymak, izdiham
ve sıcağın verdiği zorluklara tahammül etmek zorundadır. (Diyanet
Yayınlarından)
Tevhid kelimesini, kulları için bir kalkan ve
bir kale / sığınacak yer kılan Allah’a hamd olsun. Ki Allah O eski evi/ Beyt-i
Atik adı da verilen Kabe’yi insanlar için bir güven ve emniyet yeri
kıldı. Burayı kendisine nispet ederek Beytullah/Allah’ın evi adını
verdirerek şeref ve saygınlık kazandırdı. Böylece Kabe’yi bir
korunma ve lütuf yeri haline getirdi. Burayı ziyaret etmeyi ve tavaf ederek
ilgili görevi yapmayı, kulları için azap ile kulu arasında perde
ve bir kalkan yaptı. Bütün bunları bizlere lütfeden Rabbimize hamdolsun.
Salat ve selam Rahmet Peygamberi, Ümmetin Efendisi Hz. Muhammed’e, Ehl-i
Beytine ve hak öncüleri, halkın efendileri/büyüklerin ashabına olsun.
Rasüllüllah (SAV) Şöyle buyurur:
“Şeytanın, Kurban Bayramı Arifesindeki günde olduğu
gibi başka hiçbir günde daha küçülmüş, daha çok kahredilmiş, aşağılanmış ve
daha çok öfkeli olduğu görülmemiştir”.
Bunun sebebi de, şeytanın inen rahmeti görmesidir. Bu
sayede Yüce Allah, kullarının tüm büyük günahlarını silmektedir,
bağışlamaktadır. Nitekim Şöyle rivayet olunmuştur:
“Günahlar arasında öylesi olanlar var ki, o günahlar
ancak Arafat’ta vakfede durulunca bağışlanır”.
“Kabe’nin
üzerine hergün 120 rahmet iner. Bunun 60’ı tavaf yapanlar içindir, 40 tanesi
namaz kılanların üzerine iner, 20 rahmet de bakanlar içindir”.
“Beytullah’ı
çok çok tavaf ediniz. Çünkü kıyamet gününde amel defterlerinizde
bulabileceğiniz en büyük ibadettir ve aynı zamanda orada bulabileceğiniz en çok
imrenilen/gıbta olunan ibadettir”.
“Yüce
Allah, her yıl, Beytullah’ı altıyüzbin kişinin hac edeceğini vadetmiştir. Eğer,
bu sayı düşecek olursa, Yüce Allah bu sayıyı meleklerle tamamlamak suretiyle
eksiğini kapatır. Aslında Kabe, mahşer gününde zifafa hazır gelin gibi gelir.
Kendisine hacca gelenlerin tümü, onun perdesine tutunmuş olacaklar. Böylece
onun çevresinde yürü dururlar; ta ki gelip cennete girinceye dek. Kabe de
onlarla birlikte cennete girer.”
Hz. Adem (AS) hac ile ilgili ibadet görevlerini
tamamlayınca melekler kendisini karşıladılar ve ; “Ey Adem, haccın mübarek
olsun/Allah kabul buyursun. Ey Adem, biz senden iki bin yıl önce bu Beytullah’ı
ziyaret/haccetmiştik’ dediler.” (İmam Gazali)
* Kişinin ‘’manevi hayatını gözden
geçirmesi ve ruhi yenilenme’’ gerçekleştirebilmesi için önemli bir
fırsattır.
* İlk insan ve ilk peygamber Hz. Adem (AS) den
itibaren pek çok peygamberler de ‘’Yüce Allah a bağlılık ve
Teslimiyetini’’ göstermek için Kabe ye ziyaret etmişlerdir.
* Umre; geçmişte içine düştüğümüz hataların
ve günahların ağır yükünü atabilmek, geleceğe yönelik “hayatımızda
tertemiz bir sayfa” açabilmek için büyük bir imkan sağlar.
* Umre, hayatımızdaki yanlışları düzeltmek, kendimizi çek etmek, nefis
muhasebesi yapmak için önemli bir fırsat sağlar. Kendimizi yenilemek,
eksiklerimizi gidermek, iyi bir kul ve iyi bir müslüman olabilmek için
bir milattır.
Umre
yolculuğu, hac yolculuğu gibi bir ibadet yolculuğudur. Bu yolculuk, kişinin
manevî hayatını gözden geçirmesi ve ruhî bir yenilenme gerçekleştirebilmesi
için önemli bir fırsattır. Kişinin kendini, yolunu, hayat yolculuğundaki
yerini ve sonuçta Rabbini tanıması için bu fırsat iyi değerlendirilmelidir.
Bunun için başından sonuna kadar bu yolculukta ibadet bilincinin muhafaza
edilmesi gerekir. Çünkü bu bilinç kaybedilirse yapılan yolculuk anlamını
yitirir ve manevî açıdan içi boşaltılmış bir seyahate dönüşür. Böyle bir konuma
düşmemek için, ilk insan ve ilk peygamber Hz. Âdem (a.s.)’den itibaren pek çok
ulu’l-azm peygamberin Allah’a bağlılık ve teslimiyetine tanık
olan kutsal topraklara doğru yola çıkarken bir bakıma kendimizi yeniden
keşfetme yolculuğuna çıktığımızın farkında olmalıyız.
Umre, Müslüman’ın
hayatında dönüm noktası teşkil eden ibadetlerdendir. Bu ibadet, kişinin manevî
dünyasını geliştirmesi ve yenilemesi için önemli bir fırsattır.
Kişisel açıdan bir manevî gelişim yolculuğu olarak nitelendirilebilecek bu
kutsal seyahatin amacına uygun bir şekilde gerçekleşebilmesi için, bilinçli bir
şekilde yerine getirilmesi gerekir. Manevî dünyasında yeni bir pencere açmak,
hayatında olumlu bir gelişme meydana getirmek amacıyla çıktığı bu kutsal
yolculukta kişinin amacına ulaşması için, zihnen, kalben, fikren yoğunlaşarak umre yapması
gerekir. Böylece yanlış yöneliş, duygu, düşünce ve günahlardan arınacak,
temizlenecek ve hayatında yepyeni tertemiz bir sayfa açmış
olarak bu yolculuktan dönecektir.
İnsan olarak, kul
olarak herkesin geçmişte birtakım eksiklikleri, hataları ve yanlış yönelişleri
olabilir. Muhakkak ki bunları işlememiş olmayı çok arzu ederiz. Ancak kutsal iklimde
içinde bulunulan atmosfer, geçmişte içine düştüğümüz yanlışların ve günahların ağır yükünü
atabilmek, geleceğe yönelik olarak da hayatımızda tertemiz bir sayfa açabilmek için
büyük bir imkân sunmaktadır. Çünkü Allah’ın insanları affettiği ve duaları,
tövbeleri geri çevirmediği mübarek mekânlarda bulunmak, bunun için önemli bir
fırsattır. İçtenlikle yapılacak duaların asla geri çevrilmeyeceği bu atmosferi
iyi değerlendirebilmek ve bundan sonraki hayatımız için tertemiz bir sayfa
açabilmek için umre yolculuğumuzun, hayatımızın geri kalan süresi açısından bir
sözleşmeye dönüşmesi gerekir. Bu, geçmişte işlediğimiz ve İslâmî bir şuurla
bağdaşmayan her şeyi silip süpürüp atmak ve hayatımızda yeni bir sayfa açmak
üzere yapılacak bir sözleşmedir. Tıpkı
Mina’da Akabe biatleriyle, temel insanî ve ahlâkî değerlere bağlı
kalacaklarına dair Hz. Peygamberle sözleşme yapan Medineli sahabiler
gibi. “Bu sözleşmede kişi; bundan böyle hiç kimseye haksızlık
yapmayacağına, kul hakkı yemeyeceğine, kendisine emanet edilmiş olan diğer
mahlûkat ile ilişkilerini Allah’ın koyduğu sınırlar içerisinde sürdüreceğine,
tabiatı ve sosyal çevreyi tahrip etmeyeceğine, yeryüzünü imar edeceğine ve
orada bozgunculuk yapmayacağına, Allah elçisinin çizdiği yoldan sapmayacağına,
yoldan sapmış insanları kılavuz edinmeyeceğine, İslâm’ın ortaya koyduğu
güzellikleri insanlara ulaştırmak için çalışacağına, haksızlıklara arka
çıkmayacağına, Allah’ın çizdiği sınırları koruyacağına ve onları ihlal
etmeyeceğine, iyi bir insan ve iyi bir müslüman olacağına söz verecektir.” Umre yolculuğu
böyle bir sözleşmeye dönüştürülebildiği takdirde anlam kazanır ve kişinin
kendini yenilemesine ve gönül dünyasını arındırmasına vesile olur. Umre
yolculuğunu, böyle bir misakın randevusu hâline getirebilenler, umre
yolculuğunun içini doldurmuş olurlar.
Umreye niyet etmek üzere girilen ihram, bu misakın simgesidir. İhram, elbise
değildir. İhram, niyet ve telbiyedir. Bir karardır. Bir ikrardır.
Kibirden, gururdan, kendini beğenmişlikten, bencillikten, gösterişten sıyrılıp
ihlâsı ve takvayı kuşanmaktır. İhram giysileri, bu kararın ve ikrarın dış
görüntüsünden ibarettir. Umre yapan kişi ihrama girmekle bu ikrarını ortaya
koyar ve bunu Telbiye ile
seslendirir. Bu ikrarın verdiği heyecanla dağlara, taşlara, vadilere, tepelere
ve her karşılaştığı topluluğa kararını haykırır. Telbiye, bu ikrarın
sloganıdır. ‘Buyur Allah’ım! Senin koyduğun ölçüleri gözeteceğim’ demektir.
Umre
yolculuğuna çıkanlar bağlamında düşünüldüğünde, şeytanın en çok uğraştığı
hususlardan biri, bu mübarek yolculuğu sıradan bir yolculuk hâline dönüştürmek
ve bu kutsal yolculuğun içini boşaltmaktır. İçi boşaltılmış bir tür umre yolculuğundan
Allah’a sığınmak gerekir. Bu bakımdan umre yolculuğunun, tertemiz bir milada dönüştürülmesi
hedeflenmelidir. Basit birtakım meselelere takılıp kalıp umre yolculuğunu
anlamsız hâle getirmemeye özen göstermelidir. İbadeti anlamsızlaştıran bu tür
bir yolculuğun umrenin işlevini yansıtması düşünülemez. Tıpkı namaz kıldığı
hâlde namazından gafil olanlar ve kıldığı namazı, kendilerini kötülüklerden alıkoyamayanlar
gibi. İşte bu sebeple, umre yolculuğumuzun içi boşaltılmış kuru, kupkuru bir
seyahat olarak kalmaması ve yalnızca kutsal topraklarda karşılaşılan birtakım
olaylarla anılan ve yaşanan hatıraları anlatılan kuru bir seyahate dönüşmemesi
için, bu randevumuzun hayatımızda yeni ve temiz bir sayfa açma sözleşmesine
dönüşmesi gerekir.
Bu sözleşme, gizli ve açık her şeyi bilene,
her şeye gücü yetene, hiçbir şey bilgisinin ve gücünün dışında kalmayana,
sınırsız güç sahibine, kendi kendine yeterli olana karşı teslimiyet sözleşmesi
olacaktır. Bu sözleşme bir teslimiyet sözleşmesi olacağı
için, şart koşma makamında değiliz. Çünkü ibadet alanı, Allah’ın koyduğu
ölçülere teslim olma yeridir. Tıpkı “Rabbi, ona teslim ol, demiş o da, âlemlerin
Rabbine teslim oldum, demişti” (Bakara,
2/131) ayetinde ifade edildiği gibi bir teslimiyet… Böyle bir teslimiyet kararı
taşımadan yapılacak bir umre yolculuğunun, kendisinden beklenen sonuçları ortaya
koyması düşünülemez.
Harem
iklimi, tövbelerin kabul edildiği bir iklimdir. Tövbe esasen dönüş demektir. Bu dönüşü gerçekleştirmek için umre
bize en güzel fırsatı sunmaktadır. Hayatımızdaki yanlışları anlamak, kendimizi
kontrol etmek, nefis muhasebesi yapmak için önemli bir fırsattır bu. Kendimizi
yenilemek, eksikliklerimizi gidermek, iyi bir insan ve iyi bir Müslüman
olabilmek için bir milattır.
Umreye
niyetlenmek, tıpkı hacca niyette olduğu gibi samimiyeti kuşanmaktır.
Samimiyeti kuşanmadan umre yapılmaz. Takva eğitimine girmektir, bu
yolculuğa çıkmak. Kardeşlik bilincine ermek, insanı insan yapan değerlerin
şuuruna varmaktır. Hz. Peygamberin getirdiği evrensel ilkeleri benimseme ve
hayata geçirme sürecine girmektir. Bu süreçte kişi bencilliği yenmeyi
öğrenecek, kendinden önce başkalarını düşünme anlayışı ve zihniyeti
kazanacaktır.
Umre vesilesi
ile yapılan Medine-i Münevvere ziyareti de, gönlümüzü Hz. Peygamberin getirdiği
değerlere olabildiğince açma vesilesi olmalıdır. Hz. Peygamberi ziyaret
ederken gönlümüz onun getirdiği değerlere kapalı olursa, bu ziyaretin ne anlamı
olabilir? Medine’den, İslâmî duyarlılığımızı bulunduğu noktadan daha ileri
taşımış olarak dönmeliyiz.
Her karışı, Resûlullah (sas)’ın ve
sahabe-i kiramın hatıraları ve izleriyle dolu bir coğrafyaya yolculuk
yaparken, aslında onların yaşadığı döneme doğru tarihin derinliklerine de bir
yolculuk yapmak ve onların İslâm namına yaptıkları fedakârlıkları hatırlamak
ve İslâm’ın bize nice güçlüklerle ulaştığını anlamak ve sahip olduğumuz bu
büyük nimetten dolayı, Cenab-ı Hakk’a şükretmek ve bu büyük nimetin bize
ulaşmasını sağlayanları hayırla yâd etmek gerekir.
"Umre yapmak
için, Mikad sınırlarını geçmeden önce ihrama girilmesi gereklidir."
Kelime olarak “İhram”,
haram kılmak demektir. Normal durumlarda yapılması dinen yasaklanmamış olan
bazı iş ve davranışların, hac ve umre yapacak kişiler için belli bir süre yasak
kılınması anlamına gelir. Söz konusu yasaklar, umreye niyet edip ihrama
girmekle başlar.
İhrama girmeden önce
genel bir vücut temizliği yapılır. Mümkünse gusledilir, değilse abdest alınır.
Erkekler, iç çamaşırları
da dâhil normal giysilerini çıkarır, sadece “izar” ve “rida” denilen
iki parça ihram örtüsüne bürünürler. Bunların beyaz renkli ve yeni olması güzel
olur. Başlarını açık tutarlar, çoraplarını ve ayakkabılarını çıkarırlar.
Ayaklarına terlik ve benzeri şeyler giyerler.
Bayanlar ise normal
kıyafetlerini değiştirmezler. Çorap, ayakkabı giyebilirler. Yüzlerini açık
bırakarak başlarını örterler.
Şayet, mekruh bir vakit değilse, iki rekât “ihram namazı” kılınır.
Namazın ilk rekâtında, Fatiha’dan sonra “Kâfirûn”, ikinci rekâtında “İhlâs” sûrelerinin okunması güzel olur. Namazdan sonra niyet edilmesi ve Telbiyenin
söylenmesiyle ihrama girilmiş olur.
İhrama girildiği andan itibaren ihramdan çıkıncaya
kadar “ihram yasakları” olarak
ifade edilen bir dizi yasaklar başlar.
Umre Yapmak için Mikad sınırlarını geçmeden önce ihrama girilmesi gereklidir. İhramı giydikten sonra,
1 - İKİ REKAT İHRAM NAMAZI KILINIR,
“Niyet ettim Allah Rızası için iki rekat İhram Namazı
kılmaya” ( Fatiha’dan sonra Kafirun – İhlas süreleri okunur) daha sonra;
2 - UMRE’ YE NİYET EDİLİR,
“ Allah ım! Senin rıza için Umre yapmak istiyorum,
Bunu bana kolaylaştır ve kabul eyle” denir. Daha sonra,
3 - TELBİYE GETİRİLİR
“ Lebbeyk Allahümme lebbeyk, lebbeyke la şerike leke
lebbeyk, innel hamde venni’mete leke velmülk, la şerike’lek” söylenir.
Anlamı “Buyur Allah’ım buyur, emrindeyim buyur!
Senin hiçbir ortağın yoktur. Emrindeyim buyur! Şüphesiz hamd sana mahsustur.
Nimet de senin, mülk de senindir. Senin hiçbir ortağın yoktur”.
Böylece Niyet ve Telbiye ile ihrama
girilir ve ihram yasakları da başlamış olur. Umre için Mekke ye varmış
olanlar Telbiye ve Tekbirlerle Mescid-i Haram’a gelirler.
4 – KABE’yi İLK GÖRÜNCE YAPILACAK DUA ;
“ Allah’ım! Bu Kabe’nin şerefini, yüceliğini,
saygınlığını ve iyiliğini de arttır. Allah’ım! Sen esenlik sahibisin, esenlik
sendendir. Ey Rabbimiz! Bizi esenlikle yaşat” diyerek dua edilir. Daha sonra;
5 - UMRE TAVAFINA NİYET EDİLİR :
“ Allah’ım! Senin rızan için Umre Tavafını yapmak
istiyorum, bana kolaylaştır ve kabul eyle” diyerek Umre tavafı yapılır.
“TAVAF”, yeşil ışık hizasında Hacer-ül Esved köşesinden başlayıp,
yine aynı köşede tamamlamak üzere Kabe’nin etrafında 7 defa dönmektir. Her bir
dönüşe“ŞAVT” denir. Yedi şavt bir tavafdır. Tavafa başlarken ve her
dönüşte Hacer-ül Esved hizasına gelince “Bismillahi Allahu Ekber” denilerek “İSTİLAM” edilir. İzdiham yoksa
yaklaşmak mümkünse HACER-ÜL Esved öpülür, değilse karşısından işaretle
selamlanır. Tavaf sırasında Kabe sol tarafımızda kalacak şekilde dualar ederek,
KABE’nin etrafında dönülür. Tavaf sırasında erkekler ilk üç şavtında daha
heybetli yürürler, buna “REMEL” denilir. Yine
erkekler, tavafta ihramlı iken sağ omuzu ve kolu ihram dışında tutarlar yani
açıkta bırakırlar. Buna da “IZTIBA” denir. Tavaf sona
erince ıztıba da sona ereceğinden tavaf namazı kılınırken açıkta bırakılan omuz
örtülür. Çünkü tavaf namazını omuz ve kol açık iken kılmak mekruhtur.
Tavaf bitince, Makamı İbrahim’in arkasında,
değilse uygun bir yerde;
6 - İKİ REKAT UMRE TAVAF NAMAZI (MAKAM’I IBRAHİM’DE ) KILINIR VE
DUA (MÜLTEZEM KARŞISINDA) EDİLİR:
Tavaf sonrası Makam’ı İbrahim arkasında iki rekat umre tavaf namaz ( Fatiha’dan sonra Kafirun – İhlas süreleri okunur) kılınması
Peygamberimizin (SAV) Sünnetidir. Sonrasında Hz. Peygamberimiz (SAV) Mültezem’e gelerek “ göğsünü,
yüzünü, ellerini açıp oraya yaslandığı ve o şekilde dua ettiği”, buranın
faziletinin hakkında pek çok rivayet vardır.
7 - ZEMZEM İÇİLİR:
Zemzem içerken “E’ûzü besmele” çekilir ve
Hz. Peygamber (SAV) “Zemzem hangi niyetle içilirse o yararı sağlar”. Şifa verici
özelliği vardır. Zemzem içerken“Allah’ım senden yararlı ilim, bol rızık
ve her dert için şifa istiyorum” diye dua edilir.
ve Umre say’ını yapmak üzere Safa Tepesine gidilir. Burada,
8 - UMRE SAY’INA NİYET EDİLİR :
“Allah’ım senin rızan için Umre Say’ı yapmak
istiyorum. Bana kolaylaştır ve kabul eyle” diyerek; Umre Say’ına başlanır.
SAY: Safa ve Merve tepeleri
arasında Safa’ dan başlayıp Merve’ye 4 gidiş ve Merve’den Safa’ya 3 geliş olmak
üzere 7 defa, dua ve tekbirler söyleyerek yürümektir. Safa’dan Merve’ye
gidiş bir şavt, Merve’den Safa’ya dönüş de bir şavt olmak üzere, Say toplam 7
şavttan ibarettir. Her gidiş ve dönüşte yeşil ışıkla işaretlenmiş
sütunlar arasında, erkekler koşar adımla ve daha heybetli bir şekilde yürürler,
Buna “HERVELE” denir. Bayanlar ise normal bir şekilde yürürler.
Say tamamlandıktan sonra Merve de Dua edilip;
9 - TIRAŞ OLUNUR VE İHRAMDAN
ÇIKILIR;
Erkekler saçlarının dipten tıraş eder veya
kısaltırlar. Bayanlar ise saç uçlarından bir miktar keserler. Böylece umre
ibadeti tamamlanmış olur.
Bundan sonra tekrar umre yamak istenilirse, Mikad
mahallinden birine gidilerek ihrama girilir. Ve aynı uygulama tekrar edilir.


Kur’an-ı Kerim’in şeâir olarak
adlandırdığı hac, bir semboller haritası ve bu sembollerdeki manaları bilerek
karar vermektir. Haccın her bir farzı, her bir rüknü, her bir menâsiki
Rabbimize verdiğimiz ruhî, kalbî, kavlî ve fiilî bir
sözdür. Hac ibadeti iç içe geçmiş beş yolculuk olarak
tanımlanmaktadır.
Birinci yolculuk,
İnsanın iç dünyasına, kalbine yaptığı bir
yolculuktur. Evden çıktığımız andan, ülkemize döneceğimiz ana kadar yaptığımız
haccın kalbi bir boyutu vardır. İhramın, mikatın, telbiyenin, tavafın, sa’yin
ve makam-ı İbrahim’in kalple ilgili boyutu unutulmamalıdır. Arafat’ın,
Vakfe’nin, Müzdelife’nin, Mina’nın, şeytan taşlamanın manası hatırdan
çıkarılmamalıdır.
İkinci yolculuk,
İnsanın Ahirete, ebedi hayatına
yaptığı yolculuktur. Bu açıdan baktığımızda ihram bir kefen, Mikat bir dünya
değiştirme yeri, Arafat ise bir mahşerdir. Hac, yeniden dirilişin, mahşerin
provasıdır.
Üçüncü yolculuk,
Kardeşlerimize yaptığımız hicrettir. Tavaf’ta dilleri,
ırkları, renkleri, coğrafyaları farklı milyonlarca Müslüman kutsal topraklarda
bir araya gelmektedir. Dolayısıyla hac ibadetiyle kardeşlerimize de hicret
etmekteyiz.
Dördüncü yolculuk,
Tevhid tarihine
yaptığımız yolculuktur. Hz. Âdem’le başlayan, Hz. İbrahim’le, Hz. İsmail’le
kuralları yenilenen, Hz. Peygamber (s.a.s) ile süreklilik kazanan tevhid
tarihine muhteşem bir yolculuktur. Mekke’ye, Medine’ye, medeniyete yolculuktur.
Beşinci yolculuk,
Asıl yolculuk ise Rabbimize, Beytullah’ın Rabbine
yapmış olduğumuz yolculuktur. Hac, bir anlamda ilâhî aşka bir yöneliştir.
Sevgiliye doğru gitmektir. Kültürümüzde insanın kalbine Beytullah denmiştir.
Kâbe’nin adı da Beytullah’tır. Çünkü Allah’ın tecelli edeceği en güzel mekân
insan-ı kâmilin kalbidir.
Hac, bütün ibadetleri içinde toplayan
bir ibadettir. Hac tevhit eğitimidir, ahlâk eğitimidir, sosyal eğitimdir. Neyi
niçin yaptığını bilmektir. Hac, büyük bir sınavdan, derin bir çileden geçip
ateşte pişmektir. İmanları, gönülleri ve dertleri aynı; duaları, dilekleri ve
yakarışları bir, milyonlarca Müslümanın bir araya geldiği ve tanıştığı,
evrensel bir kongredir.
İbadetlerimiz, Müslüman kalma şuurumuzu
diri tutan ve bizi Allah’a yaklaştıran kulluk görevlerimizdir. Hac,
Peygamberimiz (sav)’in ifadesiyle annemizden doğmuş gibi arınmış, temizlenmiş
ve şuurlanmış olarak evlerimize dönmektir. Bu şuurdan uzak yerine getirilen
hac, turistik bir seyahatten öte geçmeyecektir. (Diyanet Hac Hutbesi)
Hac, çok yönlü bir ibadettir. Malî ve bedenî bir
ibadet olduğu gibi, maddî ve manevî, dünyevî ve uhrevî, ferdî ve
içtimaî boyutları vardır. Bu hâliyle küllî bir teslimiyetin ifadesidir.
Hac ibadetinde zaman kadar, mekân unsuru da
büyük önem arz etmektedir. Hac, bir taraftan maziye yapılmış
ibretli bir yolculuk iken, diğer taraftan da geleceğe yapılacak yolculuk için
çizilecek hikmetli bir yol haritasıdır.
Hac, bir taraftan Allah’a iman, tevhid inancı,
peygamberlere iman, ahiret inancı gibi inanç esaslarını pekiştirirken,
diğer taraftan da Müslümanlara takva, sabır, sevgi, saygı, kardeşlik,
fedakârlık, cömertlik gibi ahlakî güzellikleri kazanma ve yaşama
imkânı sunar. Bu yönleriyle hac, hem akaid, hem ibadet, hem de ahlak
dersleri yoğunlaştırılmış olan bir eğitim merkezi gibidir.
Haccın tarihçesine bakıldığında, Hz. İbrahim’e ve
Peygamber Efendimize kadar uzanan tarihî bir boyutu olduğu görülür. Nemrud’la
olan mücadelesinin sonunda Hz. İbrahim önce Filistin’e gelmişti. Sonra,
ilerleyen yaşında eşi Hz. Hacer’le oğlu İsmail’i, su bulunmayan ve ekili
olmayan bir vadiye, Mekke’deki Beyt-i Haram’ın yanına yerleştirmişti. O
beldenin bereketli olması için dua etmişti. (İbrahim, 14/35-37)
Yüce Allah, Hz. İbrahim ve oğlu İsmail’e, tavaf eden,
namaz kılan, rükû ve secde edenler için Beyt’ini/evini putlardan
temizlemelerini emretmişti. Bunun üzerine onlar Kâbe’nin temellerini birlikte
yükseltmişler ve yaptıkları bu işi kabul etmesi, orayı güvenli ve bereketli
kılması ve zürriyetlerinden Allah’a teslim olacak bir ümmet vermesi için O’na
dua etmişlerdi. (Hac, 22/26; Bakara, 2/125-128)
Sonra Allah, Hz. İbrahim’e, yaya olarak veya
bineklerle gelip Kâbe’yi tavaf etmeleri, kurbanlarını keserek tevhidi yeniden
tesis etmeleri, günahlarından arınıp takvaya/Allah karşısında derin bir
sorumluluk bilincine ulaşmaları için insanları hacca davet etmesini emretmişti. (Hac, 22/27-30)
Bu ilahî emirler doğrultusunda Hz. İbrahim hacda yapılacak fiil ve davranışları
belirlemiş, Kâbe’nin her yıl ziyaret edilmesini sağlamış ve oğlu İsmail’i orada
bırakıp Filistin’e dönmüştü. O tarihten itibaren gelen peygamberler ve
ümmetleri de hac uygulamasını sürdürmüşlerdi.
Daha sonraları Kâbe yönetimini ele geçiren Huzaa’ya
mensup bazı Yemenli bedevilerin beş asırlık hâkimiyetleri döneminde
putperestlik ortaya çıktı. Böylece İbrahim î geleneğe bağlı olarak yapılmakta
olan hac ibadetine şirk karışmaya başladı. Nitekim İslam’ın
doğuşu sırasında Kâbe’yi tavaf etme, umre, Arafat ve Müzdelife’de vakfe, kurban
kesme gibi âdetler devam ettirilmekte, hac putperest gelenekleriyle birlikte
sürmekteydi.
Mekke’nin fethinden sonra Kâbe’nin içinde
ve etrafında bulunan putlarla birlikte Hz. İbrahim’in tebliğ ettiği hac
ibadetinde bulunmayan şirk unsurları da tamamen temizlenmiştir. Gerek hac ile ilgili inen
ayetler, gerekse Veda Haccı’nda Hz. Peygamber’in uygulamaları hacca son şeklini
vermiştir.
Hac, sözlükte “kastetmek ve yönelmek” anlamına
gelmektedir. Fıkıh terimi olarak ise, “Mekke şehrindeki Kâbe’yi ve civarındaki
kutsal sayılan özel yerleri, özel vakit içinde usulüne uygun olarak ziyaret
etmek ve yapılması gereken diğer menasiki/görevleri yerine getirmek” demektir. İslam’ın beş temel
ibadetinden biri olan hac, hicretin dokuzuncu yılında farz kılınmıştır.
Haccın nasıl yapılacağı, birkaç cümleyle işaret etmek
gerekirse; niyet edip ihrama girerek hacca başlanır. Kâbe tavaf edilir. Yapılan
hac çeşidine göre, gerekiyorsa sa’y yapılır. Bundan sonra İfrad ve Kıran haccı
yapanlar, ihramda kalmaya devam ederler. Temettu haccı yapanlar, umreden sonra
ihramdan çıkarlar.
Daha sonra Mina’ya, oradan Arafat’a çıkılır ve Arafat
Vakfesi yapılır. Oradan Müzdelife’ye intikal edilir ve Müzdelife Vakfesi
yapılır. Sonra Mina’ya gelinir ve cemerata taş atılır. Ardından Temettü ve
Kıran haccı yapanlar Hac Kurbanı keserler ve ihramdan çıkılır. Kâbe’ye
gelinerek Ziyaret Tavafı yapılır. Mina’da üç dört gün kalınır. Sonra Mekke’ye
dönülür. Mekke’den ayrılmadan önce de Veda Tavafı yapılır.
Hac ibadeti, ihram, namaz, telbiye, zikir,
vakfe, istiğfar, tavaf, sabır, ilgili yasaklar, kurban ve sadaka gibi yoğunlaştırılmış
bir dizi ibadet ve taatten oluşmakta ve en az birkaç gün almaktadır. Bu ise,
özellikle ibadet için peş peşe birkaç günün ayrılması neredeyse imkânsız hâle
gelen asrımızda, her türlü iş telaşından uzak, sırf ibadetlerle odaklanılan
birkaç gün geçirme imkânı sunmaktadır.
Hac, aslında manevî ve derûnî bir tecrübedir. Çünkü
diğer ibadetlerde olduğu gibi hac ibadetinde de asıl olan, aklîleştirme değil,
içselleştirmedir. Bu ibadetlerin, bazı dinî ve
dünyevî faydaları varsa da, asıl olan onların sırf Allah istediği için
yapılmış olmasıdır.
Hac, belli bir zaman ve belirli mekânlarda gerçekleşen
bir ibadet olduğu için Müslümanlara zaman ve mekân mefhumunu, dünyada her şeyin
belli bir düzen içinde gerçekleştiği şuurunu kazandırır. Buna göre hac, bir ay
içerisinde başlayıp biten bir ibadet değildir. Bireyin iç dünyasının evrensel
olana açılımı ve toplum hayatının kaynaştırıcı bir mayasıdır.
Hac, Müslümanların manevî yönlerini güçlendirecek,
morallerini takviye edecek, izzet ve şereflerini artıracak, sorumluluk
bilinçlerini geliştirecek, onlara birlikte hareket edebilme yetisi kazandıracak
en önemli ibadetlerden biridir. Bu mübarek iklimde Müslümanlar, karşılıklı
olarak sevgi, bilgi, görgü, tecrübe ve kültürel alış-veriş yapma,
birbirlerinden yararlanma imkânına kavuşurlar.
Hac, dünyanın her tarafından gelen Müslümanların aynı amaç
için bir araya toplanmalarına ve böylece kolektif bilincin oluşmasına imkân
veren evrensel bir olaydır. Dilleri, renkleri, ırkları, ülkeleri, kültürleri,
sosyal ve ekonomik durumları farklı olan milyonlarca Müslüman, inanç ve duygu
birliği içerisinde yekvücut olduklarını, kardeş olduklarını, bir bütün
olduklarını yaşayarak idrak ederler. Bu hâliyle hac, Müslümanlar arası
etkileşim ve iletişim için bulunmaz bir fırsattır. Kısa bir sürede ortak duygu,
düşünce ve amacın gizemli güdülemesiyle, aynı toplumun bireyleri olduklarının
bilincine vararak, tüm hayatları boyunca unutamayacakları dostluklar kurarlar.
Böylece hac, uluslararası barış, birliktelik ve dayanışma için de fırsat
bahşeder. Müslümanlar, kardeşlik duyguları içinde birbirleriyle tanışıp, karşılıklı
görüş alışverişinde bulunurlar, problemlerine birlikte çözüm ararlar.
Bu yönleriyle hac, toplumsal bütünleşme ve kaynaşmanın
bir anlamda uluslararası boyutta gerçekleştirilmesidir. Dünyanın dört bir
tarafından gelen Müslümanlar, hem dayanışma ruhunu daha derinden ve daha
coşkulu hissederler, hem de birbirlerinin yanında ve arkasında olduklarını,
birbirlerini desteklediklerini ortaya koyarak bir anlamda güç gösterisinde
bulunurlar.
Hemen bütün ırklara mensup olan, fizyonomileri, ruhî
özellikleri, sosyal konumları ve coğrafî bölgeleri farklı bulunan birçok
insanın katıldığı hac ibadeti günlerinde Mekke ve Medine’yi dolduran kalabalığı
seyretmek, bu sayede birlik içinde çokluğun ve çokluk içinde birliğin
tecellilerine vâkıf olmak, gerçekten İslam’ın azamet ve mükemmeliyetini
müşahede etmek demektir.
Hac, asırlardır farklı bölgelerden gelen âlimlerin
buluştukları, tanıştıkları, tartıştıkları, ilmî alışveriş yaptıkları bir ilim
merkezi olmuştur. Hac vesilesiyle çeşitli yeni fikirlerden, yeni eserlerden
haberdar olan kimi âlimlerin, ilmî hayatında ciddi anlamda değişim ve gelişim
meydana gelebilmiştir.
Hac esnasında dünyanın her tarafından Kâbe’ye gelen
Müslümanlar, aralarında önceden yapılmış herhangi bir anlaşma olmaksızın aynı
fiilleri aynı şekilde gerçekleştirirler. Böylece Müslümanlar, birbirlerinden
habersiz olarak aynı ideallere yönelik bir gayret içinde bulunduklarını fark
ederler. Bu arada kendileri dışında milyonlarca insanın aynı amacı
paylaştığının bilincine ulaşırlar. Hac, dünyanın neresinde yaşarlarsa
yaşasınlar, bütün Müslümanların aynı değerlere sahip oldukları ve bu değerlerin
kendileri için ortak bir zemin oluşturduğu gerçeğinin en açık ifadesidir.
Yüce Allah’a ulaşabilmenin yolu, ancak O’nun rızasını kazanmakla
olabilmektedir. Bu da Rabbimizin koymuş olduğu emir ve yasaklarına uymaktan
geçer. Bunun yolu da tüm şehevi isteklerden, yasak ve yanlış olan herşeyden
uzak durmakla ve emirlerine itaat etmekle, tam bir teslimiyetle olur.
İslam Öncesi eski dinlere bağlı insanlar bunu gerçekleştirebilmek için halktan
uzak kalarak, ruhbanlık sınıfını seçmişler, halkla olan ilişkilerini en aza
indirmeye yönelmişlerdir. Hatta gidip dağ başlarında, dağlardaki oyuklarda
kalmayı tercih etmişlerdir. Hep halktan ve insanlardan uzaklaşsın
istemişlerdir. Bunu da tek amaca yönelik istemişlerdir. Allah’a yakın
olmak ve Rabbiyle baş başa bulunmak. Bunun içinde
nefislerini dünyevi maddi ve manevi haz ve lezzetlerden uzaklaştırmışlardır.
Bu, sırf ahiret arzusuyla, Rabbe kavuşma özlemiyle yapılıyordu.
Nitekim Rabbimiz böylelerini Yüce Kitabında överek şöyle buyuruyor: “Bunun sebebi, onların
içinde bilgin keşişlerin ve dünyayı terk etmiş rahiplerin bulunmasıdır ve
bunlar büyüklük taslamazlar.” Maide 5/82
Böyle insanların bulunduğu devirler ortadan kalkması, bu tür insanlar
dünyadan ayrılmasıyla birlikte, İnsanlar nefislerine uyarak kendilerini
büsbütün şehevi istek ve duygulara verdiler. Nefislerinin önünde birer
esir, rüzgar önünde birer çöp, deniz
üzerinde birer köpük misali oraya buraya atılıp durdular.
Allah’ a ibadeti bıraktılar, O’ndan uzaklaştılar. İşte bunun üzerine Yüce
Allah, peygamberi Hz. Muhammed (SAV)’İ gönderdi ki, ahiret yolunu aydınlatsın,
bu yolda daha önce giden peygamberlerin ve insanların sünnetini ve gidiş
tarzlarını yeniden diriltsin. Nitekim bunun la ilgili olarak, Rasülullah
(SAV)’a eski dinlere ve milletlere ilişkin sorular sorulduğunda O’ndan
ruhbanlık hakkında bilgiler istendiğinde, Rasüllullah (SAV) şöyle
buyurmuşlardır;
“Allah
bize bunu yerine (Ruhbanlık ve seyahat) yerine kendisi uğrunda ve dinini egemen
kılmak için cihadı farz kıldı/verdi ve bir de her yüksek bir
noktaya hac yolunda çıkışımızda yüksek sesle tekbir getirmeyi
emretti.”
Yüce Allah’ın bu ümmete en büyük lütfu, onlara ruhbanlığı değil, bunun
yerine haccı farz kılmasıdır. Kaldı ki Beytullah’ın şeref ve
saygınlık kazanması ise, Rabbimizin bizzat bu mübarek Beyt-İ Atik’i (Kabe’yi)
kendi Zatına/Allah’ın Evi diye izafe etmiş olmasıdır. Bunu kulları için ziyaret
amacıyla gelip görmeleri için hedef göstermesidir.
Yüce Allah Beytullah’ın çevresini de, Beyti için Harem/Koruluk kıldı
ki, Beyti’nin saygınlığını ve azametini göstermek istedi.
Arafat alanının ise, havuza akan oluk gibi kılınmasını istemiş ve böyle
kılmıştır. Aynı zamanda Harem sınırları içerisinde avlanma ve ağaçlarını,
otlarını kesme yasağını koyarak, bunun hürmetini/saygınlığını pekiştirmiştir.
Yüce Allah, kullarına, hac ibadeti için Beytini ziyarete gelenlere bazı
yükümlülükler yüklemiştir. İnsanlar bunları akıl ile çözemez, bundan kendisince
belki bir anlam da çıkaramaz. İnsanlar hac sembollerini düşündüğünde meseleyi
pek anlayamaz. Örneğin şeytanları taşlama olayını, tekrar tekrar Safa ile Merve
tepeleri arasında gidip gelmeyi. İşte bu ve benzeri ibadetler sebebiyle gerçek
manada kulluğun ne olduğu ortaya çıkar ve kime kulluk yapıldığının hazzına ve
tadına varılır.
Diğer taraftan mesela zekatı ele alalım. Bu, fakirlere karşı bir acıma hissi ve
Rabbimin insanların arasındaki büyük uçurumu önlemek için koyduğu bir farzdır.
Bu bakımdan insan zekatı verdiği zaman, aşağı yukarı bunun ne ifade ettiğini
kavrayabiliriz. Akıl da buna bir yönelim gösterebilir. Oruç ibadetine
gelince, Allah düşmanı şehevi duyguların önlenmesi için bir kalkandır.
Meşguliyetleri ve başka şeyleri bırakıp Allah için ibadet ve kulluğun
ifadesidir. Namazlardaki rükü ve secdeler, insanın varlığı
itibariyle Allah’a karşı tevazu göstermesidir. Bu, tevazuun bir göstergesidir.
Bu bakımdan insan ruhu ve nefsi bunun Allah’a tazim amacıyla yapıldığını şu
veya bu şekilde kavrayabilir.
Oysaki Sa’y için gidiş gelişler, şeytan taşlamalar ve
benzeri amellere gelince, bunların diğer ibadetler gibi, bunun şunun içindir,
şu da bunun içindir türünden akıl yoluyla hemen bir şeyler, yorumlar
getirilebilecek bir durumu yoktur. Nefis/ruh ve insan tabiatı ilk
bakışta bunlara pek bir anlam veremez, bunlara karşı bir yakınlık hissi
duyamaz. Çünkü bunlar akıl ile öyle hemen sebepleri anlaşılabilecek türden
ibadetler değillerdir. İşte burada devreye giren tek şey var. O da ” Mademki böyle yapmak
Rabbimin emridir. O halde ne olursa olsun, sırf O’nun emri olduğu için
yapmalıyım” diye yapacaktır.
Böylece öncelikle olarak emre bağlılığını gösterecektir.
Çünkü bunun vacib, uyulması gereken bir emir olduğunu bilecek, anlayacak ve
kavrayacaktır. Artık burada akıl devre dışıdır. Nefis ve
benzeri hususların alışageldikleri şeyler burada göze çarpmaz, insan tabiatı da
buna meyletmez. Burada meyil ve buraya yönelişin tek nedeni,
bunun Allah’ın emri olmasıdır. Dolayısıyla bu emre
uyularak istenilen eyleme ve fiile dönüştürülmüş olmaktadır. Böylece artık
neredeyse tam anlamıyla insanın Allah katında köleliği, kulluğu ortaya
konuluyor ve O’na boyun eğme gündeme geliyor. İşte bunun
içindir ki Rasulüllah (SAV) özellikle hac ile ilgili olarak şöyle
buyurmuştur:
“Buyur
Rabbim! Hakkıyla ve eksiksiz olarak Hac ibadetimi yaparak kulluğumu ve bir köle
olduğumu/emrine her an hazır olduğumu belirtmek isterim.”
Dikkat
edilirse, Rasulüllah (SAV) hadisinde yer alan yukarıdaki ifadeleri namazda veya
bir başka ibadetlerinde söylemiş değildir. Mademki insanların akıl
erdiremeyeceği ve ruhunda yakınlık, samimiyet sağlayamayacağı bir fiili
yaparak, ibadet ve kullukları istenmektedir.
İnsanlar buna bir anlam veremeseler de, Yüce Allah sırf böyle emrettiği ve bunu
emrettiği için, O’nun hikmetinin gereği olarak gereken yapılır ve yapılmalıdır. Çünkü insanların kurtuluşu,
insanların pek de alışkın olmadıkları kimi amellerin yapılmasına bağlı
bulunmaktadır, onları yapacaktır. Yüce Allah böyle yapmakla kulların tüm
davranış, fiil ve hareketlerinin kontrol ve denetim altında tutulduğunu, her
fiilerinin şeriat dizginiyle değerlendirileceğini bildirmiş olmaktadır.
Yani din ve dünyaları için, gerek bireysel olarak, gerek
toplumsal olarak ve gerekse devlet açısından tüm hareketlerini ve işlerini
şeriat ölçüsüne göre düzenlemelerini istemektedir. Öyle ki bu, insanların
akıllarıyla çözemedikleri şeytan taşlama işine varıncaya dek şeriat
kurallarının dışında akıllarını bir ölçü yapmamalarını
istemektedir.
Böylece insanlar, yapacakları ve yaptıkları amellerinde, Allah’a
nasıl boyun eğmeleri gerekiyorsa, onun kanun ve kurallarına boyun
eğerek yapmış olacaklardır. Sırf kulluklarının gereğini yapacaklardır.
Çünkü bunların nefis eğitimi ve terbiyesi üzerinde önemi oldukça büyüktür.
Farklı ve çeşitli kulluk hizmetlerinin istenmesi ve bunların da yerine
getirilmesiyle kulluğun asıl hazzına ve tadına varabilmektir. Çünkü kulluk,
kişinin nefsinin ve heva ile hevesinin peşinden
sürüklenip gitmesi ve asıl köleliğinin anlamını unutması demek değildir.
Böylece insan doğal oluşun, tabiatın ve ahlakın gereklerinden ayrılıp köleliğin
icabı olan işleri yapacaktır. Meseleleri ahlaksal veya doğal açıdan asla bir
değerlendirmeye tabi tutmayacaktır.
Eğer gerçekten sen bu hassas noktaları kavrayabilmiş ve yakalayabilmişsen
mesele yok. Bu demektir ki, sen işin özünü anlamışındır. Yani nefis bu hayret
ve şaşkınlık veren şeylere bir anlam veremeyecektir, akıl da bunu kendi
açısından bir yoruma tabi tutamayacaktır. Bu açıdan nefsin bunlardan ürpermesi,
ibadetten pek hoşlanmaması ve kul olabilmenin hazzını tadmamasıdır. Eğer
nefis bunu hazzına varabilse zaten mesele biter. İşte bir anlam veremesek de
Rabbimin kimi emirleri ve hükümleri bizleri bu manada belli bir eğitime tabi
tutmak ve bizi yönlendirmektir. (İmam-ı Gazali)
Hac, ruhun Allah’a yükselişini temsil ettiğinden, Kâbe bir hedef değil
belki de sonsuzluğa ve bu manevî atmosfere geçişin başlangıcıdır. Dıştan
bakıldığında sembolik
davranışlar şeklinde görünen hacdaki her fiil ve davranışın bir anlamı ve
mümini eğitici ve bilinçlendirici bir yönü vardır.
“Kim Allah’ın sembollerine saygı gösterirse, şüphesiz
ki bu, kalplerin takvasındandır.” (Hac, 22/32)
İbadetler, Allah nasıl emretti ve elçisi nasıl gösterdi ise, öyle yapılır. Çünkü ibadeti
yapacak olan mümindir. İnanan ve Allah’a bağlanan bir Müslüman için ibadet bir
yük değil, zevkle yerine getirmek istediği bir ihtiyaçtır. Mümin bu
ihtiyacını Allah ve Resûlü’nün sunduğu program dahilinde yerine
getirir. Dolayısıyla ibadetlerin şekli ve yapılışı konusunda aklen yapılacak
açıklamalar, nihayet bir yorumdan öteye geçmez. Bu alanda akla gelebilecek pek
çok sorunun cevabı şudur: “Hz. Peygamber ‘Ben nasıl namaz kılıyorsam,
siz de öyle kılın!’ (Buhârî, “Edeb”, 27); ‘Haccın yapılışına ilişkin
uygulama (fiil ve davranış) larınızı benden alın!’ (Nesâî,
“Menâsik”, 220) buyurmuştur ve onun için bu ibadetler böyle yapılmaktadır.”
Şu var ki, ibadetlerin görünen yönlerinin yanı sıra çeşitli hikmetlerinin
de varlığı inkâr edilemez. Dolayısıyla, onların yerine getiriliş biçimlerinin
öğrenilmesi kadar, hikmetlerinin de anlaşılması bir ihtiyaçtır. Özellikle de
hac gibi, bünyesinde pek çok sembolik anlamlı fiili barındıran bir ibadetin
özünün ve ruhunun yakalanabilmesi, ayrı bir önem taşımaktadır. Zira hac, baştan
sona sembollerle dolu bir ibadettir. Bir semboller haritasıdır âdeta. Tavaf,
Sa’y, şeytan taşlama, Arafat’ta vakfe gibi hac ile ilgili fiil ve
davranışların hepsi sembolik anlamlar taşımaktadır.
Hac’ca karşı duyulan iştiyak/özlem; Kabe’nin Yüce Allah’ın evi olduğu,
buraya gelen misafirlerinin mutlaka buradan istifade edeceği gerçeğini tam
anlamıyla idrak edenler, mutlak a buranın özlemini çeker. Beytullah’ı ziyaret
etmek adeta Yüce Allah’ı görmeye niyet etmektir. O’nun huzurunda kabul edileceği
günü büyük bir özlemle ve iştiyak ile bekler durur. Dünyadayken Yüce Allah’ın
Beytini ziyaret etmek, va’d olunan o büyük günde Yüce Allah’ın yüzüne/zatına
bakmak, cemalini görmek olacaktır. Bu Darul Karar denilen asıl kalınacak yer
olan Cennette olacaktır. Çünkü bunun dünya ve fani olan gözle görülmesi mümkün
değildir. Dünya gözüyle Yüce Rabbin cemalinin görülmesi; göz burada buna uygun
yapıda olmadığından, görmek mümkün olamaz. Çünkü buna güç yetiremez. Gözlerdeki
mazeret sebebiyle göz Rabbinin cemalini görmeye hazır bir konumda değildir.
Dolayısıyla ilahi nur ile sürmelenme imkanını da kazanamamaktadır. Eğer gözler
gerçekten dünyada görevini yapar da bu şekilde ilahi huzura giderlerse, ebedi
olan ve adına “Daru’l-Beka” denilen o asıl vatanda, ebedileşmek
yani ölmezlik söz konusu olduğundan tüm dünyevi sebepler ve fanilik olayı
ortadan kalkmış bulunacaktır ve gözler de Rabbini görebilme imkanını
kazanacaklardır.
İşte insan öylesine bir özlem duymalıdır ki, asıl sahibi olan Rabbini görme
özlemiyle, önce onun beytini, evini ziyaret edeyim ki, kıyamet gününde Rabbimin
huzurunda, onunla kavuşma imkanını elde edeyim ve O’nu görebilme özlemine
kavuşup bu hasreti giderebileyim. Bu özlemin ve hasretin giderilmesi de
öncelikle Beytini ziyaretten geçer. Çünkü İlahi söz ve vaad, beyti görenin,
Rabbinin de özlemini duyacağından, O’nu mutlaka bir gün görecektir,
özlemine kavuşacaktır. Demek ki asıl özlenilene kavuşabilmek için önce özleme
gidiş yollarını, sebeplerini aramalı ve bunları yerine getirmeli ki, arzusuna
ulaşabilsin. Bu açıdan aslında seven, sevdiğine kavuşmak için O’nun tüm
isteklerini de özler ve yapmayı ister. Bilindiği gibi, Ev/Beyt Allah’ın
Evi/Beytullah diye Yüce Rabbimize izafe olunmaktadır. İşte sırf buraya Allah’ın
evi/Beytullah denilmesi sebebiyle insan mutlaka buranın özlemiyle yanıp
tutuşmalıdır ki, asla ulaşabilsin. Kaldı ki Yüce Allah, Kabe’yi bu amaçla
ziyaret edeni ödülsüz de bırakmıyor, kendilerine sayılamayacak sevap ve mükafat
veriyor, onları sevinçle ve mutlulukla dolacakları bir mükafatla karşılıyor.
Azim ve Gayret: Hacca niyetlenmiş kişi, Yüce Rabbi’nin Beytini ziyaretiyle birlikte artık,
tüm şehevi istek ve arzularını, tüm haz ve duygularını, nefsin arzu ve
özlemlerini de bırakmaya ve terk etmeye karar vermiş demektir. Kendi gözünde Beytullah’ın
sahibi olan Rabbini kendi nefsinde büyütmüş ve ululamış demektir. Bu kararı
veren bir Müslüman şu gerçeği çok iyi anlamalıdır. Öyle sıradan ve basit bir iş
için karara varmış değildir. Oldukça önemli bir işe, derecesi yüksek bir göreve
karar vermiştir. Fakat buna rağmen çevresi hep çalılarla ve tehlikelerle
sarılmış bulunmaktadır. Eğer bir kişi gerçekten büyük ve önemli bir işe karar
vermişse, bu demektir ki, gayet ağır bir işe atılmıştır. Artık bundan böyle her
davranışında ve niyetinde samimi olmalı, hep Allah’ın rızasını
gözetmelidir. Riyadan, gösterişten, desinlerden ve görsünlerden uzak
olmalıdır. Allah katında sadece
ve sadece samimi ve ihlas ile yapılan amellerin kabul edildiğini
bilmeli ve bunu gerçekleştirmelidir. Samimiyet de ancak riyadan,
gösterişlerden, desinler ve duysunlardan kaçınmak ve uzak durmakla mümkündür.
Mutlaka sıradan ve önemsiz olan şeyleri bırakmalı ve en hayırlı olanını
seçmelidir. En basitin peşine düşmemeli, en değerli olanı amaçlamalıdır.
Dünyası için ebedi ahiret hayatını karartmamalıdır.
Allah’tan başka
Şeylerle bağları kesmek: Hac yolculuğuna
çıkılırken, sırf Allah rızasını gözeterek masiyetin her çeşidiyle alaka ve
bağların koparılması gerekir. Kime zulmettiyse, onlardan helallik
dilemeli. Yaptığı yanlışlar ve işlediği günahlar sebebiyle tövbe etmelidir.
Çünkü başkasına yapılan her haksızlık ve zulüm, insanın peşini bırakmayan bir
bağdır. Her nereye gidersen, seni izler durur. Yani her tür yanlış bir iş,
tıpkı insanı bu yüzden takip eden bir polis kontrolünde gibidir. Kişi her an
izlenir durur. Dolayısıyla yapılan yanlışlıklar, insanın getirmeye
başladığı “Telbiye” yani Lebbeyk duasına takılır ve şöyle
seslenir: “Ey herkese haksızlık etmiş kişi! Sen böyle nereye gidiyor ve kime
yöneliyorsun? Sen Melikler Meliki Yüce Allah’ın evine gitmeye karar vermiş,
yola çıkmışsın ama, henüz daha bu evin içinde bile O’na karşı geliyorsun, adeta
O’nun la alay edercesine hareket ediyorsun. O’nun emirlerini ihmal ediyorsun.
İşin başında olsun utanmıyor musun? Allah’ın huzuruna asi bir kul olarak gidip
de, geri çevrilecek olman ve kabul edilmemen gibi bir şeyi hiç mi
hatırlamazsın? Gerçekten Allah tarafından ziyaretinin kabul edilmemesi gibi bir
şeyi hiç mi hatırlamazsın? Eğer gerçekten, Allah tarafından ziyaretinin kabul
edilmesini istiyorsan, mutlaka O’nun emirlerini yerine getir. Kime
kötülük ettiysen, kime karşı haksızlığın olmuşsa bunların helal kılınmasına
bak. Yaptıklarından ötürü Allah’a dön ve tövbe et. Evet, her şeyden önce
yaptığın tüm kötülüklerden dolayı Allah’a tövbede bulun. Kalbini Allah’tan
başka bir şeyle meşgul bulundurma, başka şeylere iltifattan uzak dur. Bunları
yerine getir ki, tüm kalbinle ve iç huzuruyla Rabbine yönelmiş olabilesin.
Nasıl ki şu görünen yüzünle O’nun Beytine, evine yönelmişsen, gönlünle de
bizzat Rabbinin kendisine yönelmiş olduğu kanıtlamalısın. Eğer bu söylenenleri
yerine getirmezsen, yaptığın yolculuklar sana sadece kar olarak çektiğin
sıkıntı ve eziyet kalır, başka şey değil. Başta sana kalacak olan sıkıntı ve
eziyet. Arkasında yaptığının yüzüne çarptırılması ve huzurdan kovulman
gelecek.
Ülkesinden, ailesinden, çoluk ve çocuğundan vedalaşılırken, adeta bir daha
hiç dönemeyecekmiş gibi bir tavır ve inanç niyetiyle olunmalıdır. Geride
kalanlarla tüm bağ ve bağlantılar kesilmeli. Nasıl ki, bir daha geri dönmemek
üzere ayrılan kişi, çoluk ve çocuğuna vasiyet yazdırıyor ve gerekenleri not ettiriyorsa,
aynı şekilde hareket etmeli. Çünkü yolcu ve onun elindeki varlığı her an
tehlikeyle yüz yüzedir ancak Yüce Allah’ın kendilerini himaye ettiği kimseler
ve korudukların kişiler bundan müstesna kılınmıştır. Hac yolcuğu aslında
ahirete giden yolculuğa bir kolaylık sağlamaktadır. Kaldı ki önünde ve sonunda
dönüş sadece Allah’adır. Bu hac yolculuğu için yapılan hazırlıkların aynısının
mutlaka asıl yolculuk olan ahiret yolculuğu için de yapılması gerekmektedir.
Yol azığı (Takva) edinmek : Hac yolculuğuna çıkan bir kimse, yol için hazırladığı ve hazırlayacağı
azığına da mutlaka dikkat etmelidir. Onun helal kazancından almalıdır. Ahiret
yolculuğu, çıkılacak yolculukların en uzunudur ve bir daha da dönüşü yoktur. Bu
yolculuk için gerekli olan azık ise Takvadan başkası değildir. Takvanın dışında
ahiret için “azıktır” diye sanılan şeyler, insanın ölümüyle insanı terk edip
uzaklaşırlar. Hatta birçokları da kendisine ihanette bulunurlar. Tıpkı daha
yolun başındayken yanına aldığı azıkların tedbirsizlikten ötürü bozulması gibi,
adamı ortada aç-susuz bırakacağı gibi, dünyada ahiret için azıktır diye sandığı
birçok şeyler kendisini öylece ortada bırakıverir. Tam lazım olduğu anda, her
şeyin bozulduğunu gören bir yolcu nasıl şaşkınlık geçirir ve ne yapacağını
bilemez olursa, bir çaresi de yoksa, ahiret için tedbirsizlik edenin hali de
aynen öyle olur. O halde asıl ahiret azığı olacak olan amellerini iyi seçmeli
ve güzel yapılmalıdır. Ölümden sonra kendisine arkadaşlık etmeyecek ve
kendisini yapayalnız tek başına bırakacak amellerden uzak durmalıdır. Özellikle
de amelleri zedeleyen ve hatta yok etmeye neden olan riya, gösteriş ve kusurlu
davranma gibi hareketlerden oldukça uzak bulunmalıdır.
Hacca
ilişkin fiil ve davranışlar ,sembollerin anlam ve manaları, hikmetleri :
1- ÇAĞRI :
“İnsanları
hacca çağır ki, yürüyerek veya uzak yollardan gelen yorgun develer üstünde sana
gelsinler…” (Hac, 22/27)
Yüce
Allah’tır bu çağrı emrini veren. Çağırmakla emrolunan, ilk
önce Hz. İbrahim’dir. Çağrılacak davetliler bütün
insanlar; davete icabet edenler ise, teslim olanlardır. Allah Teala,
Hz. İbrahim’e Kâbe’yi inşa ettirip namaz kılacaklar için her türlü şirk
unsurundan temizlettikten sonra, insanları hacca davet etmesini emretmiştir.
Son peygamber Hz. Muhammed (s.a.s.) ise bu İbrahimî çağrıyı yenilemiş ve
ebedîleştirmiştir.
İlgili ayetlere bakıldığında insanlar, birtakım faydalara tanık olmaları ve
Allah’ın kendilerine verdiği hayvanları Allah’ın adıyla kurban etmeleri,
etlerinden muhtaçlara yedirmeleri, günah kirlerinden arınmaları, adaklarını
yerine getirmeleri, Beyt-i Atîk’i yani Kâbe’yi tavaf etmeleri gibi bazı
hikmetler için çağırılmaktadır. (Hac, 22/27-37)Kısaca bu çağrı, Allah’ı
mübarek yer ve zamanlarda anmaya, tevhide ve takvaya bir çağrıdır. Halkımız arasında
çok yaygın olan “hacca çağrılma”
deyimi, işte buradan gelmektedir. Çağrı, Allah’ın emriyle uzun zaman önce Hz.
İbrahim tarafından yapılmış, Veda Haccı’nda ise bizzat Hz. Peygamber tarafından
yinelenmiştir. Şayet bir Müslüman hacca gidebilecek güç ve imkânı
bulabiliyorsa, o, bu çağrının doğrudan muhatabıdır ve gecikmeden bu daveti
kabul etmelidir. Nitekim Yüce Allah, “Yoluna gücü yetenlerin Kâbe’ye
gelerek haccetmeleri, insanlar üzerinde Allah’ın bir hakkıdır.” (Âl-i
İmrân, 3/97) buyurmuştur. Bu İbrahim î çağrıyı duymak istemeyenler, davetin
kimden geldiğini, davetçinin kim olduğunu ve davette neler kazanacaklarını dikkate
almalıdırlar. Aksi takdirde bu çağrıya icabet etmeyip, son çağrıya yani ölüme
uymak durumunda kalmaları hâlinde, neler kaybedeceklerini de düşünmelidirler.
Her yıl tekrarlanan bu çağrıyı “Lebbeyk!”
yani “Buyur Allah’ım!”
diyerek kabul etme bahtiyarlığına eren Müslüman da, bunun herhangi bir ülkeye
yapılmış sıradan bir seyahat davetiyesi olmadığını bilmelidir. Bunun son derece
özel bir çağrı olduğunu, kendisinin de Allah’ın seçkin davetlileri arasına
girdiğini ve O’nun huzuruna hangi ruh hâli ile gideceğini idrak etmelidir.
Niçin ve nereye çağrıldığını anlamalıdır.
2. YOLCULUK :
“(Yol
için) kendinize azık alın. Gerçekten en hayırlı azık takvadır.”
(Bakara, 2/197)
(Bakara, 2/197)
Mekke dışından gelenler için hac, yakın olsun uzak olsun, neticede bir
yolculuktur. Hangi vasıtayla yapılırsa yapılsın, her yolculuğun belli bir
heyecanı, stresi ve çilesi vardır. Belki de hac esnasında gerekli olan sabrın
ilk tüketileceği, ilk sınavın verileceği kısımdır yolculuk. Yakın zamanlara kadar
kızgın çöllerde günlerce, haftalarca süren, bin bir türlü güçlüklerle aşılan,
veba, soygun, açlık ve susuzluğun yaşandığı hac yolculuklarının yanında, bugün
yapılan birkaç saatlik yolculuk için Yüce Rabbimize ne kadar şükredilse azdır.
Her yolculuk için yapıldığı gibi, bu kutsal yol için de çok yönlü
hazırlıklar yapılmalıdır. Bu çerçevede hacca giden Müslümanlar kul
haklarını öder, çevresindeki kardeşleriyle helalleşir, bütün günahlarına samimi
bir şekilde tövbe eder, gözü arkada kalmayacak şekilde dua ve niyazlarla
Allah’a tevekkül ederek evlerinden ayrılırlar. Yol arkadaşlarına,
kendisini oraya ulaştıracak vasıtaya, kendisine rehberlik edecek kimselere ve
organizasyonun seçimine dikkat ve hassasiyet gösterirler. Yolculuğun huzurlu,
verimli ve bereketli geçmesi için ellerinden gelen gayreti gösterir, herkese
iyi davranır, himmet ve hizmet ederler. Allah’a yapılan bir yolculuk olduğunun
bilinciyle, sanki bunun âhirete giden son yolculuk olduğunu düşünürler. Aslında
ölümün nerede ve ne zaman geleceği bilinmediğinden, bu ihtimal her yolculuk
için söz konusudur. Zira yola çıkan kimsenin hacca varabilme ihtimali olduğu
gibi, hayat yolculuğunu hiç bilmediği bir anda tamamlayabileceği de
muhakkaktır.
Dolayısıyla çok kısa bir süre için çıkılan hac yolculuğuna yapılan
hazırlıkların, çok daha fazlasıyla hayat yolculuğu için de yapılması
gerekmektedir. Örneğin, yetmiş yıl süren bir ömür yolculuğunda hac, sadece 3-4
haftalık kısmı oluşturur. Bu yolun 3-4 haftalık kısmında sembolik olarak
Kâbe’ye gidilirken, onun öncesinde ve sonrasında kulun Allah’a olan yolculuğu
devam etmektedir. Bu nedenledir ki, inançlı ve bilinçli bir yolcu, asıl
hazırlığını bu ebedî yolculuk için yapmalıdır.
Yüce Rabbimizin Kur’an’da İslam’ı daima bir yol (sebîl, sırât) olarak
zikrettiğini, Peygamber Efendimizin de bir hadisinde, “Dünyada gurbetteymiş gibi ya da bir yolcuymuş gibi” olmamızı
tavsiye ettiğini (Buhârî, “Rikâk”, 3) bilen gerçek yolcu, gideceği yere hangi
azıkla ve hazırlıkla ulaşabileceğini, oraya neler götüreceğini iyi bilmelidir.
Yukarıda zikrettiğimiz ayete göre, bu azık “takva” yani, Allah karşısında
sorumluluğunun bilincinde olmadır. Kısaca hac yolcusu, aynı
zamanda Hak yolcusu olduğunu anlamak durumundadır. Hac yolculuğu için bir
hazırlanıyorsa, Hak yolculuğu için bin hazırlanmalıdır.
Hac yolculuğunun heyecan veren başka bir yönü de, bir taraftan âdeta Hz.
İbrahim’in asrına veya Hz. Peygamber (s.a.s.) ve sahabe dönemine yani geçmişe;
diğer taraftan da hac sonrasında kazandıracaklarıyla geleceğe yapılan bir
yolculuk olmasıdır. Dolayısıyla bu yolcu, âdeta bir zaman tüneliyle Hz. İbrahim
ve ailesine, ardından da Asr-ı Saadet’e gitmektedir. Sanki Hz. İbrahim’in
çağrısını bizzat kulaklarıyla duymuş, âdeta orada onlarla görüşecekmiş gibi bir
ruh hâli ile çıkar yola.
Nihayet bu yolculukta, ömür boyu her namazda yöneldiği kıblesi olan
Kâbe’yle arasındaki binlerce kilometrelik mesafe kalkacak, yıllarca hasretini
çektiği Allah’ın evini birkaç metreden dünya gözüyle doya doya seyrederek namaz
kılacaktır. Yüce Allah’ın huzuruna çıkacağı, zaman ve mekânın dürüleceği,
tarifi mümkün olmayan, ancak yaşayarak tadacağı bir yolculuk yapacaktır.
Ülkeden ayrılış: Hacca niyet
eden kişi, artık ailesinden, çoluk ve çocuğundan, ülkesinden ayrılıp bir
yolculuğa karar vermiş bulunmaktadır. Bu yolculuk Yüce Allah’ın rızasına
yöneliktir. Bu başka yolculuklara benzememektedir. Herhangi bir amaçla olan
dünya yolculuklarına benzemez. Dolayısıyla yapmakta olduğu yolculukla neyi
arzuladığını gönlünde iyice hazırlasın, kalbi buna hazırlıklı bulunsun. Gittiği
kapı kimin kapısıdır ve kime doğru gitmektedir? Bunların hesabını mutlaka
yapmalıdır. Evet, kimi ziyaret etmeyi amaçlıyor? Niçin bu yola çıkıyor?
Kendisini bütün bunlara hazırlamalıdır.
Bilmelidir ki, kendisi melikler meliki Yüce Allah’a
doğru yolculuk etmektedir. O’nun evini ziyarete gitmektedir. Başka
yolcuların ve ziyaretçilerin oraya yöneldikleri gibi kendisi de buraya doğru
gitmeyi ve öteki ziyaretçiler arasında yerini almayı güzelce hedeflemelidir.
Ziyaretçilerin tümüne manen davetiye çıkmış ve onlar da bu davetiyeye karşılık
vermek suretiyle bu ziyaret yolculuğuna çıkmışlardır. Buraya teşvik olunmuşlar,
buranın özlemi gönüllerine yerleştirilmiş olup, işte bu özlemlerini gidermeye,
Rabbin kapısına ve huzuruna kabule çıkıyorlar. Çünkü bu mübarek beldeyi ve evi
alıp görmeleri istenmiş ve onlar da hemen harekete geçmişlerdir. Böylece her
şeyden ilgi, alaka ve bağlarını koparmışlardır.
Bu daveti alanlar halktan ve insanlardan, bulundukları çevreden ayrılıp,
Yüce Allah’ın Beytine doğru harekete geçmişlerdir. Çünkü Allah Beytiyle ilgili
işi/ hizmeti ululamış, bununla ilgili durumu büyütmüştür, kadrini de yüksek
kılmıştır. Böylece Yüce Allah’a kavuşmakla teselli bulmuşlardır. Beytin Rabbi
Allah ile kavuşmak… Böylece varabilecekleri en son hedefi bulmak ve bununla
rızıklanmak, mutlu olmak istemişlerdir. Rablerinin cemaliyle mutlu olmayı ve
O’na nazar kılmayı dilemektedirler. O halde, mutlaka gönülde insan Allah’a
kavuşmayı yerleştirmeli, O’nun tarafından kabulünü istemelidir. Allah’ın
fazlına ve keremine bakmalı ve buna güvenmelidir. Beytini ziyaret edenlere,
asıl sevgisini, kendisine olan özlem duygusunu pekiştirip gerçekleştirmesini
dilemelidir.
3. MîKAT :
“Musa, mîkâtımıza gelip de Rabbi onunla konuşunca:
‘Rabbim! Bana (kendini) göster de sana bakayım!’ dedi.” (A’râf, 7/143)
Arapça “vakit” kelimesinden türeyen “mîkât” kelimesi,
Kur’an’da yedi sekiz defa geçmektedir. Tayin edilen vakit, buluşma
vakti; bugünkü kullanımı ile randevu anlamına gelmektedir. Yukarıdaki
ayetlerde, Allah’ın Hz. Musa ile konuşmak üzere onun için belirlediği toplam
kırk gecelik mîkâttan ve Hz. Musa’nın Rabbini görme arzusundan söz edilir.
(A’râf, 7/142143, 155) Haklarında hüküm verilecek olan büyük gün yani kıyamet
de, insanların Allah’a kavuşma vakti (mîkât) olarak anılmaktadır. (Nebe, 78/17;
Duhân, 44/40)
Her randevunun belli bir zamanı olduğu gibi, belli bir yeri de vardır.
İşte mîkât, haccın başladığı yer ve zamanı ifade
eder. Dolayısıyla mîkât mahalline gelindiğinde, büyük randevuyu, Allah ile
buluşmayı ve O’na kavuşmayı simgeleyen hac başlar. Mîkât mahalline
girildiğinde ve orada niyet edildiğinde artık çıkış emri verilmiş, milyonlarca
hacı arasında yapılacak takva maratonu başlamıştır.
Hz. Peygamber (s.a.s.) tarafından belirlenmiş olan mîkât sınırları, randevu
bölgesine gelindiğinin habercisidir. Hacı, yıllarca beklediği zamana ve mekâna
kavuşmuştur. Mîkâta giren mümin, kendisini Tur Dağı’na Allah ile konuşmaya giden
Hz. Musa gibi hissetmelidir. Acaba Allah ile nasıl buluşulacaktır? O’nu,
rahmetini, azametini nerede, nasıl ve ne kadar görebilecektir? Acaba Allah
kendisini kabul edecek midir? Hac, onun için gerçekten ilahî bir randevuya
dönüşecek midir? Peki, ya bu mîkât, geri dönüşü olmayan, iyi ile kötünün, hak
ile batılın birbirinden ayırt edileceği, bu sebeple de “yevmü’lfasl” denilen
âhiretteki hüküm günü olarak düşünülürse, acaba o gün durumu nice olacaktır?
İyilerden yana mı, kötülerden yana mı düşecektir? Asıl o mîkât gelip çatmadan
önce, bu geçici mîkât provası ile gerekli dersleri çıkarmalı, mîkâta bu
düşüncelerle başlamalıdır.
Randevularda, belirlenmiş olan zaman ve mekânda olmak
önemlidir. Ancak bu sadece buluşmayı sağlayan bir araçtır. Amaç ise, randevunun
sonucudur. Dolayısıyla mîkât mahalline girmek, sadece belirlenen yerde,
belirlenen zamanda hacca başlamaktır. Randevunun sonucunu ise, niyet, sabır, gayret,
samimiyet ve bu kutsal iklimi en verimli bir şekilde değerlendirme belirleyecektir.
Mikat sınırlarına geçiş/giriş: Mikat
sınırlarına girildiğinde, ölüm hadisesi meydana gelmiş ve hadise üzerine
kıyamet günündeki sözleşme, buluşma yerine gidiyormuş gibi düşünmelidir. Bir an
böyle hareket etmelidir. Ölümle girdiği kıyamet yolcuğunda çektiği sıkıntıları,
gördüğü korkuları, geçmek zorunda kaldığı zor bölgeleri, kendisinden istenen
pasaport ve vizeleri hele bir düşünsün. Her bir noktada bir melek, birşeylerden
hesaba çekmekte ve vize sormaktadır. Bu arada yollarda birçok yankesiciler, yol
kesenler, yolda bekleyen türlü türlü tehlikeleri bir düşünmelidir. Münker ve
Nekir adındaki iki meleğin o dehşet saçan sorgulamasını hatırlamalı.
İşte hac yolculuğuna başlamış bulunan bir kimse
yoldaki tüm sıkıntılarını ve problemlerini böyle bir açıdan değerlendirmeye almalı
ve kabir durumunu bununla kıyaslamalıdır. Bu açıdan kabir için gerekli
hazırlığı yapmalı ve azık edinmelidir.
4. İHRAM : “NİYET ve TELBİYE’’dir
“Takva elbisesi daha hayırlıdır.” (A’râf, 7/26)
6. TELBİYE :
* Dünyaya ait ne varsa hepsini terk
etmeye hazır olduğunu gösterir.
* Bir nevi öldükten sonra dirilişi simgeler. Mal,
mülk, makamı geride bırakmıştır.
* Kabe arzu edilen “Ruhi Yenilenme” ile
her türlü manevi kir ve pası söküp atar.
* İhram “niyet ve
telbiyedir” bir karardır. Bir ikrardır. Kibirden, gururdan, kendini
beğenmişlikten, bencillikten, gösterişten sıyrılıp ihlası ve takvayı kuşanmaktır.
* İhrama girildiği andan itibaren
ihramdan çıkıncaya kadar “ihram yasakları” olarak ifade edilen
bir dizi yasaklar başlar.
“İhram”, aslında yapılmasına müsaade edilen
bazı söz, fiil ve davranışların, hac ve umre yapacak kişiler için belli bir
süre Allah ve Resûlü’nün getirdiği yasaklar çerçevesinde “haram kılınması” demektir. Söz konusu yasaklar, hac veya umre için niyet edip, ihrama
girmekle başlar. İhrama giren erkekler, başlarını açarak ve normal giysilerini
çıkararak “izâr ve ridâ” denilen dikişsiz
iki parça havluya/beze bürünürler. Hanımların ihramı için ise, günlük giysileri
dışında ayrı bir kıyafet yoktur. Onların ihramı “yüzlerini açık bulundurma
zorunluluğu” ile simgelenir.
Nitekim bir rivayette “Kadının ihramlı
oluşu yüzünü açması, erkeğin ihramlı oluşu ise başını açması ile
(gerçekleşmekte) dir.” buyrulmuştur.
İhram, makamdan, mevkiden ve tüm imtiyazlardan soyunmanın simgesidir. Hacca
gelenler, sosyal ve ekonomik statülerini gösteren dünya elbiselerini, makam ve
mevkilerini ortaya koyan üniformalarını, zevklerini, kültürlerini ve
karakterlerini yansıtan her türlü süs ve ziyneti bir kenara bırakıp, Allah
önünde herkesin eşit olduğunu sembolize eden iki basit giysiye bürünmüş
olurlar. Yani ihram ilk önce, Allah nezdinde mal, mülk, madde ve metanın hiç
sayıldığı, bütün Müslümanların bu kutsal iklimde eşit ve kardeş olduğunu ifade
eder. Birini diğerinden ayrıcalıklı, üstün ve özel gösteren hiçbir emare
yoktur. Artık dünyevî elbiseler çıkartılmış, sadece kimlikler, kişilikler
ortaya konulmuştur. Kısacası, çoğu zaman karakterleri örten,
şahsiyetleri gizleyen süslü elbiseler atılmış, “takva elbisesi” esas alınmıştır.
Burada bürünülen iki parça kumaş da sadece eşitliği sağlamaya ve avret
yerlerini örtmeye yöneliktir. Mîkât ile başlayan bu kutsal yolculukta asıl
giyilmesi gereken elbise ise, takva elbisesi, yani sorumluluk
bilincidir. Zira Yüce Allah’ın buyurduğu gibi; “Takva elbisesi daha
hayırlıdır.” (A’râf, 7/26)
Hacı
adayı, başı açık, yalın ayak, yokluk ve yoksulluk görüntüsü içinde, sonsuz güç
ve kudret sahibinin karşısında kendi güç, kudret, makam, mevki ve varlığının
bir anlam ifade etmeyeceğini ortaya koymuş bir vaziyette girer Harem bölgesine.
Bu, aynı zamanda millet, sınıf, statü gibi insanları birbirinden farklılaştıran
çeşitli sosyal unsurların henüz teşekkül etmediği ilk yaratılış zamanındaki
insanı, Hz. Âdem’i sembolize eder.
İhramla birlikte yasakların başlaması, Allah’la buluşmaya niyet edilmesi,
Allah’ın huzuruna tövbe edilerek gelinmesi ve kişinin elinden geldiği kadar
bütün günahlardan uzaklaşması; kulun kendisi için yeni bir sayfa açması şeklinde
de anlaşılmalıdır. İhram içindeki hacı, artık beşerî özellikler değil melekî
melekeler peşinde olacaktır. Tıpkı melekler gibi Allah’a asla isyan etmeyecek,
ne emrolunmuşsa onu yapacaktır. En azından hac süresince nefis ve şehvet gibi,
beşerî zafiyetlerinden uzak kalacak, elde ettiği yeni melekeleriyle âdeta
melekleşecektir.
Giydikleri beyaz örtüler içinde hacılar, sanki barış bayraklarını açmış,
barışın sembolü olan beyaz güvercinlere dönmüşlerdir. Harem bölgeye,
dokunulmazlık alanına, savaşsız bölgeye, barış alanına girmişlerdir. Her biri,
önce Rabbiyle barışık olduğunu, sonra kendisiyle barıştığını ve nihayet bütün
kardeşleriyle barışmaya geldiğini ilan etmektedir.
Barışın sembolü olan ihram, bu barışı sağlamaya yönelik olarak
hacının, şeytana,
şehvetine ve nefsine karşı giriştiği
görünmez savaşta zırhı olacaktır. Normal bir zırh, kişiyi karşıdan gelen
darbelere karşı korurken, işbu ihram zırhı, sahibini öncelikle nefsine,
şehvetine ve şeytana karşı koruyacaktır. Tıpkı Hz. Peygamber’in “Oruç,
sahibi için bir kalkandır” (Müslim, “Sıyâm”, 162) benzetmesinde olduğu gibi,
ihram da kişiyi dahilî ve haricî bütün darbelere karşı koruyacak kadar güçlü
bir kalkandır.
Haccın başka bir boyutu da ölümü,
dirilişi ve mahşeri hatırlatmasıdır. Beyaz kefenlere bürünen Müslümanlar, âdeta
ölümün ve ölüm ötesi hayatın bir provasını gerçekleştirirler hacda.
Statüleri ne olursa olsun, bütün Müslümanlar aynı kıyafetler içinde,
kardeşliklerini ve Allah’ın huzurunda eşit olduklarını gösterirler
bedenleriyle. İhramla ölümü tadarlar, Arafat’ta diriliş ve mahşeri
yaşarlar ve bu ruh ile Allah’ın huzuruna çıkarlar. Hem “ölmeden önce ölme” bilincini, hem de
manevî dirilişi kazanmaya çalışırlar. Böylece onlar, önemli bir irade egzersizi
yapmak suretiyle ilahî iradeye boyun eğmeye hazır olduklarını kendilerine
telkin ederler.
Ayrıca ihram, ölen her Müslüman’ın giyeceği kefeni sembolize eder. Hacca giden
Müslüman, ihrama girerken büründüğü giysi ile kabre girerken bürüneceği kefenin
benzerliğinin bilinci içerisinde, artık bir bakıma dünya dışı bir düzene ayak
uydurduğunu hisseder ve bunun etkisini ruhunun derinliklerinde duyar. Hacı,
dünyada iken ölüm elbisesine yani ihrama bürünür, mahşer gününe gider gibi
kefen giyer.
Şimdiye kadar kıymet ölçüsü olarak bildiği her şey; servet, makam, milliyet,
cinsiyet, beşerî üstünlükler olarak ne varsa hepsi ihramın rengi içinde erir ve
Rabbine sadece “kul” olduğunu gösterir. Bembeyaz ihramlarıyla
hacılar, beyaz kefenleriyle bir anlamda kabirlerinden dirilişi ve mahşerde
toplanışı hatırlatır. İşte bilinçli bir hacı bu diriliş senaryosunu yaşamak
suretiyle, bundan sonraki hayatında gerçek dirilişe daha iyi hazırlanma sözü
verir kendi kendine. Ve ruhunda kalbî bir dirilişi gerçekleştirir.
İhramla kefenler giyilmiş, âdeta cesetler mîkâtta kalmış ve ruhlar Harem
bölge içinde yola devam etmiştir. Bütün “ben”
ve “benlik” duyguları, elbiselerle
birlikte mîkâtta çıkartılmış, “biz”
olarak ilahî cazibe merkezi olan Kâbe’de bir araya gelinmiş ve yekvücut
olunmuştur.
Şu hâlde ihram, sadece zahirî bir kıyafet değişikliği değil, yaşam tarzının
ve davranış biçiminin de köklü bir değişikliğe uğraması anlamına gelir. Nitekim
ihramlı kişi, bu kıyafeti taşıdığı süre içinde, başka zamanlarda kendisine
meşru olan bir dizi davranıştan uzak durmak zorundadır. Bu program kişinin kendini
geçici kaygı, alışkanlık ve bağımlılıklardan kurtarmasına ve kendiyle
hesaplaşmasına imkân tanıyan önemli bir adımdır.
Hac esnasında günlük giysilerinden soyunup, bembeyaz, lekesiz ihram
örtülerine bürünen Müslümanlar, sadece gösteriş ve şatafattan uzaklaşmayı,
ziynet ve servetle böbürlenmemeyi, insanlar arasındaki eşitliği, ölümü ve
ötesini sembolize etmekle kalmaz, aynı zamanda kötü arzu ve alışkanlıklarından
sıyrılıp, tertemiz yeni bir hayata başlama iradesini de sergiler. İhramlı için
konulan yasaklar, hacıya, hiçbir canlıya zarar vermeme, bütün yaratıklara
şefkat ve merhamet gösterme, zorluklara sabretme, düzenli ve disiplinli yaşama
melekesi kazandırır. Bu eğitimden geçen Müslümanlar, önce zararsız olma,
ardından da çevresine yararlı olma olgunluğunu tadar
İhrama giren kişinin elbiselerini çıkarıp iki parça beyaz örtüye bürünmesi,
âdeta dünya adına taşıdığı her şeyi atıp, Cenâb-ı Hakk’a yürümesini
simgelemektedir. Yalın ve yalnız bir şekilde, tek başına, sadece Rabbine kul
olduğunu artık daha rahat görebilir. Böyle bir durumda onu değerli kılacak tek
şeyin, “kulluk” olduğunun bilincine
varabilir.
Hacda
arzu edilen ruhî yenilenmeyi sağlayabilmek için kişi, ihrama girerken
yalnızca elbiselerini değil, içindeki her türlü manevî kir ve pası,
ruhuna yük teşkil eden bütün ağırlıkları da söküp atmalıdır. Tüm
dünyevî kaygıları bir tarafa bırakıp tam anlamıyla ruhunu arındırmaya yoğunlaşmalıdır.
Elbiselerini çıkarıp iki parça beyaz beze bürünürken, o güne kadar
ruhuna sıkıntı veren, gönlünü rahatsız eden, kalbine ağırlık veren ne varsa
hepsinden soyunmalı ve haccın kutsal iklimine öyle girmelidir.
İhram ve Telbiye/Lebbeyk Duası: Mikat sınırlarından
itibaren niyetlenip ihramını bağladıktan ve giydikten sonra, bunun ne anlama
geldiği üzerinde düşünmelidir. Bunun anlamının, Yüce Allah’ın kendisini
çağırması olduğunu kavramalıdır. Dolayısıyla bu yolculuğun, ihram ve
telbiyesinin Allah katında kabul görmesini ummalıdır. Aynı zamanda şöyle bir
karşılıkla: “Çağrını kabul etmiyor, hakkında hayırlı olmasını dilemiyorum” ile
red edilmemesini arzulamalıdır. Böyle bir sondan korkmalıdır. İnsan korku
ile umut arasında yaşamalıdır. Bu iki hal arasında hep mütereddid bulunmalıdır.
İnsan kendi gücünü, kuvvet ve kudretini bir kenara bırakmalı, Allah katında bir
hiç olduğunu anlamalı ve tüm benliklerinden sıyrılmak suretiyle huzura
yönelmelidir. Allah’ın fazlına, keremine dayanıp güvenmeli ve O’na tevekkülde
bulunmalıdır. Çünkü Telbiye/Lebbeyk duasını okuma anı, henüz işin hemen
başıdır. Burası gerçekten tehlikeli bir andır. Hacları Allah katında kabul
edilecek mi, yoksa yüzlerine mi çarptırılacak? İşte mahşer gününde de durum
aynen buradaki gibi: Acaba huzura kabul edilecek miyim yoksa huzurdan geri mi
çevrileceğim, kovulacak mıyım?
İşte o mübarek beldeye
yolculuk eden bir kimse hemen her adımında kendisini mutlaka hesaba çekmeli ve
yaptıklarının bir değerlendirmesini yapmalıdır. Kendine, nefsine yazık
etmemeli, tevbe ederek, samimi bir şekilde ve ihlaslı olarak huzura
yönelmelidir. Ancak kişiyi bu samimiyet kurtarabilir.
5. YASAKLAR :
“Hacda kötü söz, çirkin
davranış, günaha sapma ve kavga yoktur.”
(Bakara, 2/197)
(Bakara, 2/197)
Hacı, ihram giymekle, helal ve mubah olan bazı şeyleri
sırf ibadet kastıyla kendisine yasak etmektedir. Namaza başlarken
alınan iftitah tekbiri nasıl kişiye namaz içinde bazı davranışları yapmasını
yasaklıyorsa, oruca başlayan kişi nasıl imsak ile yemeyi içmeyi kendisine
yasaklıyorsa, hacı da ihram ile birlikte önceden mubah olan bazı şeyleri
kendisine yasaklamaktadır. Kur’an, bu konuda üç türlü yasaktan söz
etmektedir:
1-“Rafes” diye adlandırılan,
cinsel arzularla ilgili konuşma dahil, her türlü şehevî yasaklar,
2-“Fısk ve fusûk” diye adlandırılan, her
türlü günah, kötülük ve suçlar,
3-“Cidâl” diye adlandırılan,
başkalarıyla kavga, kapışma, tartışma, sövüşme ve dövüşme gibi bütün olumsuz
davranışlar.
Dikkat edilirse bu üç çeşit yasaktan ilki,
kişiyi şehvetine; ikincisi nefsine; üçüncüsü de
başkalarına karşı korumayı amaçlamaktadır. Kişi, hac esnasında
şehvetiyle, nefsiyle, ve kardeşleriyle ilgili en küçük bir problem yaşamamalı,
kısacası barış içinde olmalıdır. İnsanların en çok günaha girdiği noktalar da
zaten bu üç alan değil midir? Hacı bunlardan darbe almamalı, hac süresince
kazandığı bu deneyimle, hac sonrasında da kendini korumayı öğrenmelidir. İşte
Peygamber Efendimiz, bu yasaklara riayet ederek hac yapabilen kimsenin,
annesinden doğduğu günkü hâline döneceğini müjdelemektedir. (Buhârî, Hac, 4)
Kur’ân-ı Kerim’de belirlenen bu temel yasaklardan başka, hadislerde
de bazı ihram yasakları yer almıştır. İhram süresince erkeklerin
-ayaklarına geçirdikleri terlik ve büründükleri iki parça havlu hariç-başka
hiçbir giysi giymemeleri; ihrama girildikten sonra güzel koku kullanılmaması,
av hayvanlarının avlanmaması, Harem bölgesinin doğal bitki örtüsüne zarar
verilmemesi bu yasaklardandır. Harem bölgede her ne sebeple olursa olsun kan
dökmek ve kayıp bürosuna verme dışında buluntu bir eşyayı alıp sahiplenmek de
ihram yasakları arasında hatırlanmalıdır.
İhram yasakları, sadece insanları değil, canlı ve cansız hemen her şeyi
kapsamaktadır. Bütün hayvanlar, bütün bitkiler ve hatta Allah’ın insanlara
bahşettiği tabiatın tamamı dokunulmaz bir sit alanıdır artık. Hacı
hiç kimseye, canlı veya cansız hiçbir varlığa zarar veremez, hatta haram
bölgenin otunu, çiçeğini bile kopartamaz, kuşunu dahi korkutamaz. O mübarek
yerlere, insanları rahatsız edecek en ufak bir çöpü bile sağa sola atamaz.
İnananlara sıkıntı veren şeyleri ortadan kaldırmak “sadaka” yani Allah’a
sadakat ise, Harem bölgede bunun aksini yapmak, sadakatsizlik olacaktır. Bunun
yanında öfkelenmemek, kimseyi incitmemek ve güler yüzlü olmak gibi ahlakî
davranışlar da, haccı gereği gibi yerine getirmenin birer parçasıdır.
Kısacası ihram süresince toplumsal barışı ve bütünlüğü bozucu,
bencilliği uyandırıcı, geride bırakılan geçici haz ve menfaatleri hatırlatıcı mahiyetteki
her türlü eşya ve fiiller yasaklanmıştır. Dolayısıyla hacı, çevresi ile
duyarlı, anlamlı ve iyiliği merkeze alan bir ilişki tarzı geliştirmek zorundadır.
“Telbiye”, seferberlik emrine karşı, cephe için
gerekli hazırlıklarını tamamlamış, üniformasını giymiş, silahını kuşanmış bir
askerin, komutanının huzuruna çıkarak “Emret komutanım!” tekmili vermesine
benzer. İhram
zırhını giyen hacı, “Buyur Allah’ım, buyur! Emrindeyim buyur!” derken,
Kâbe’sine çağıran Rabbinin karşısında, huzurunda olduğunu hisseder. “Davetini
duydum, emrine uydum, huzuruna geldim, bütün benliğimle ve içtenliğimle
emrindeyim!” der ve bunu birçok davranışıyla günlerce ispatlamaya
çalışır. Bu sözler, dünyanın dört bir tarafından gelen, renkleri, dilleri,
ülkeleri ve kültürleri farklı, fakat hedef ve gayeleri aynı milyonlarca
Müslüman’ın hep birlikte seslendirdikleri ortak bir and, ortak
bir parola olarak kutsal iklimde sürekli yankılanır. Tevhid inancına bağlılığı
ve Allah’tan başkasına asla kul köle olunamayacağını anlatan Telbiye, İslam dininin
müminlere kazandırdığı en önemli ortak noktalardan birini ifade eder:
Lebbeyk Allâhümme lebbeyk! Lebbeyke lâ şerîke leke
lebbeyk! İnne’l-hamde ve’n-ni’mete leke ve’l-mülk, lâ şerîke lek!
“Buyur Allah’ım buyur! Emrindeyim buyur! Buyur
Allah’ım! Senin asla ortağın yoktur. Buyur Allah’ım! Şüphesiz hamd sana
mahsustur. Nimet de senindir, mülk de senin. Senin asla ortağın yoktur.”
Hacı, haccın en önemli sloganı ve şiarı olan
Telbiye ile Hz. İbrahim vasıtasıyla kendisine yapılan ve Hz. Muhammed (s.a.s.)
tarafından yenilenen çağrıya koştuğunu, kayıtsız şartsız, kaygısız ve
endişesiz bir şekilde teslim olduğunu açıkça ifade etmiş olur. Her ne
emrolunduysa yapmıştır. Haramları terk etmekle kalmamış, ihramla birlikte bazı
helalleri de terk etmiştir. Rabbinin rızasını elde edebilmek için tavaf ve sa’y
edecek, Arafat’ta ve Müzdelife’de vakfeye duracak, Mina’da şeytanı ve
taraftarlarını protesto edecek, kurban kesecektir.
Hacılar… Allah çağırdı, onlar nice zorluklarla Rablerinin huzuruna
geldiler. Kendilerine emredilen hac görevlerini Peygamberlerinin öğrettiği gibi
yaptılar ve her şeyleriyle Yüce Yaratıcı’nın emrinde olduklarını kanıtladılar.
O’nun buyruklarına boyun eğmenin gerçek kulluk olduğunu, nefislerinin
esaretinden ancak bu şekilde kurtulabileceklerini “Lebbeyk: Emrindeyim Allah’ım!” diyerek hem söylemleriyle, hem de
eylemleriyle ispatladılar. Tıpkı şehit olacağını çok iyi bildiği hâlde, dini ve
vatanı uğruna canını seve seve vermek isteyen bir askerin, düşman kalesine
sancağı dikme emri karşısında hiç tereddüt etmeden çok sevdiği ve saydığı
komutanına “Emret komutanım!” demesi
gibi…
Müslüman, Telbiyeyi hacda belli yerlerde ve zamanlarda söyler. Ancak hacdan
sonra hâl ve hareketleriyle bunu sürekli dile getirmeli, kendisine hayat
verecek her türlü ilahî buyruk karşısında sürekli “Emret Allah’ım, emrin olur
Allah’ım!” bilinciyle hareket etmelidir. Namaz, oruç, zekât, dürüstlük, emanet,
adalet, samimiyet... Hepsi için “Emrine amadeyim Allah’ım!” diyebilmelidir.
Mekke-i
Mükerreme’ye giriş: Hac için yola çıkmış olan kişi, Mekke-i
Mükerreme’ye girdiğinde Rabbine bol bol şükretmeli, güven içerisinde ve rahat
bir şekilde Mekke’ye ulaşması sebebiyle, nasıl bir mutluluk duymuşsa, Yüce
Rabbinin azabından kıyamet gününde aynı şekilde kurtulmayı da umut etmelidir.
Şunu da hiçbir vakit gözardı etmemeli: Ya Rabbin Haremine, yasak bölgesine
girdikten sonra birde buradan eli boş olarak dönerse, Allah’ın gazabıyla karşı
karşıya olduğu halde büyük bir zararla gerisin geriye çevrilirse, o zaman durum
ne olacak. İşte işin bu yönünü hiç unutmamak gerekir. Müslüman her an ve her
halükarda Rabbinden hep umutvar olmalıdır. Allah’ın lütfu geneldir. Rabbimiz
merhamet sahibidir. Hele Beytullah’ın şeref ve saygınlığı da oldukça önemlidir.
Bu açıdan ziyaretçinin hakkı mutlaka gözetilir. Hele hele bir şeyler umut
ederek Rabbinin kapısına sığınan bir kimse için bir kayıp söz konusu olmaz.
7. KABE :
“Allah, saygın ev Kâbe’yi insanlar (ın din ve
dünyaları) için ayakta kalma (ve canlanma) sebebi kıldı.” (Mâide, 5/ 97)


Kâbe-i Muazzama’yı gördüğü o an, âdeta durur zaman, sanki dürülür mekân ve
bir uzay boşluğuna düşer insan. Özellikle de bu, ilk karşılaşma veya kavuşma
ise...
Hac
ibadetinin yapıldığı mekânların merkezidir Kâbe. Kendisi için
herhangi bir mekân söz konusu olmadığı hâlde, Rabbimiz, Kâbe için “Evim” buyurmak suretiyle
orayı şereflendirmiş, çevresini de çeşitli yasakların geçerli olduğu bir “Harem Bölge” ilan etmiştir.
Kâbe ve çevresi için kullanılan “Harem” tabiri, bölgedeki bütün ilişkilerin
Allah’ın emir ve yasaklarına saygı esasına göre düzenlendiğini, başta insan
olmak üzere ağaç ve bitki örtüsünden hayvanlara kadar bölgedeki bütün
varlıkların ilahî koruma altına alındığını ifade eder.
Kâbe, yeryüzündeki ilk ibadet yeri olmasının yanı sıra, özellikle namaz ve
hac ile ilgili belirli şartların yerine getirilmesi bakımından da ayrı bir
öneme sahiptir. Kâbe’nin bulunduğu yöne yani kıbleye doğru yönelmek, namazın
şartlarından olduğu gibi, hac ve umre ibadetinin esaslarından biri olan tavaf
da Kâbe’nin etrafında yapılır. Ayrıca Kâbe’nin, bütün Müslümanları bir noktada
toplayan, her birinin ortak istikameti olma gibi birleştirici, bütünleştirici
sembolik bir anlamı da bulunmaktadır. Kur’an’ın ifadesiyle, “Orada
apaçık belgeler, İbrahim’in makamı vardır. Kim oraya girerse güvende olur.” (Âl-i
İmrân, 3/97)
Hacı,
Kâbe’yi gördüğünde, âdeta Kâbe’nin Rabbini görüyormuşçasına tazim etmelidir.
Hz. Peygamber’in “ihsan” derecesinden söz ederken dediği gibi, “Sen O’nu
göremesen de O seni görür.” (Buhârî, “İman”, 37) İşte bu bilinç içerisinde,
kendisine dünya gözüyle Kâbe’yi gösteren Allah’a şükredip, âhirette de cemalini
göstermesi için dua etmelidir.
Yıllardır binlerce kilometre uzaklardan yöneldiği Kâbe, artık tam
karşısındadır. Aradan mesafe kalkmış, vuslat gerçekleşmiştir. Kulun Kâbe’ye
kavuşması, Rabbine kavuşmasını hatırlatır. Kim bilir ne zaman, nerede ve ne
hâlde? Önce son nefesle varış, sonra diriliş ve huzura çıkış... Acaba hangi
yüzle, hangi yönden ve hangi sermaye ile?
Kâbe’ye her gidişte abdestli bulunmak, sükûnet ve huşû içerisinde Kur’an
tilâveti, dua, istiğfar, tesbih, tehlil ve tekbirle meşgul olmak, mümkün
mertebe konuşmamak, başkalarını rahatsız etmemek, geçiş yerlerinde oturarak
veya namaz kılarak izdihama sebep olmamak, namaz içerisindeyken dahi Kâbe’yi
doya doya gözyaşları içerisinde temaşa etmek, tavsiye edilen âdâb arasındadır.
Hacılar, “Duyûfü’r-Rahmân” yani Rahmân’ın misafirleridir. Evet, gerçekten
de hacılar O’nun birkaç günlük veya birkaç haftalık en kıymetli misafirleridir.
Dolayısıyla hacı, bu kıymetli zamanını öncelikle kendisinin bir misafir olduğu;
hem de Rabbine misafir olduğu bilinci içerisinde geçirmelidir. Dolayısıyla hem
hane sahibine karşı, hem de O’nun diğer misafirlerine karşı saygı ve hürmette
kusur etmemelidir.
Kâbe
bir semboldür. Bu sembole yaklaşırken Rabbimize yakınlığımızı ölçmeliyiz. Mesele,
yalnızca fizikî planda Kâbe’nin yanında olmak değil, kişinin bu fizikî
yakınlığı Rabbine olan manevî yakınlığını artırmaya vesile kılabilmesidir.
Nerede olursa olsun yüzünü Kâbe’ye çevirirken, gönlünü de Allah’tan başka her
şeyden çevirme bilincine ulaşabilmesidir.
Yeryüzünün ilk mabedinin etrafında, ibadetlerin özü olan ihlâsın en güzel
örneklerine tanık olunur. Burada içtendir yakarışlar. Müslüman, af için Rabbine
nihaî başvurusunu burada yapar. Burası, affedilmeden ayrılmama noktasıdır. Bu
nedenle daha ötesi düşünülemeyecek bir rahmet ortamında eller rahmetin sahibine
açılır.
Kabe’yi ilk defa görmek: Hacı, Kabe’yi
uzaktan ve karşıdan ilk defa görünce Kabe’nin azametini ve saygınlığını mutlaka
gönlünde büyütmeli. Bunun için yüreği Allah adına çarpmalı ve adeta heyecandan
yüreği duracak gibi olmalıdır. Çünkü özlemine kavuşuyor, doyasıya o
mübarek yeri ziyaret etmek, hizmet etmek istiyordur.
Kabe’ye öylesine büyük bir saygıyla bakmalı ve görmelidir ki, bu saygı
sanki Rabbi adeta orada imişcesine olmalıdır. Gidip O Evin sahibini görecek.
O’nun huzuruna kabul edileceğini duygu ve düşünceleriyle yaşantısına
aktarmalıdır. İşte bu andan ve noktadan itibaren şöyle bir duygu içerisinde
Rabbine yakarmalıdır. “Rabbim, burada
bana Beytini, haram denilen yasak bölgeni ziyarete imkan verdiğin gibi yarın
kıyamet gününde de beni huzuruna kabul etmeni, yüzünü ve cemalini bana
göstermeni dilerim. Bana bunu lütfetmeni isterim.” Böyle bir anda, şu
gerçeği şöyle bir gözler önünden geçir ve şu manzarayı bir görmeye bak. Kıyamet
gününde tüm insanlar cennete doğru akın akın gitmekteler ve hepsi de oraya
girmeyi umut etmekteler. Sel gibi akıp gelen bu insanlar bir de görmüşün ki,
içeriye giriş izni olanlar ve olmayanlar diye bölünmüşler ve kapıdan geri
çevrilen insanlar… Böyle bir manzaranın dehşetini ve acı sonunu düşün ve
kararını buna göre ver. İşte hacıların kimisi bu manada haccı kabul edilenler,
bir de reddedilenler ve kabul görmeyenlerdir. Bu açıdan görebildiğin her olayı
mutlaka ahiret gözlüğüyle değerlendirmeli. Çünkü hacıların tüm yaptıkları
şeyler, ahiret hayatının bir örneğini ve resmini oluşturmaktadır. Buna dikkat
edilmeli.
8. TAVAF : “TESLİMİYET ve BAĞLILIK”
“Sonra manevî kirlerini gidersinler, adadıklarını
yerine getirsinler ve Beyt’i Atîk’i (Kâbe’yi) tavaf etsinler.” (Hac, 22/29)

* Kainatın ve yaratılışın özeti.
* Teslimiyetin ve ilahi takdire boyun eğişin
sembolüdür.
* Tavaflar soldan başladığı için, kişinin kalbi Kabe
tarafında yer alır. Tavafın kalpten ve gönülden yapılması gerekir ki, Yüce
Allah insanın kalbine bakar.
* Kabe’nin yüzü kendisine tanıdık gelir. Kokusu
öylesine bildik, sıcaklığı öylesine kuşatıcı gelir ki mümin için, başka hiçbir
sevgi bu denli çekici olmaz. Kabe önünde mümin olma, Allah a yakın olma zevki
yaşanır.
* Kabe’nin etrafında pervane olmak, sembolik olarak
yürekten bağlılığı ve onun için her şeyi feda edebileceğimizi sembolize
eder.
* Kabe semboldür. Bu sembole yaklaşırken Rabbimize
yakınlığımızı ölçmeliyiz.
* Kabe’nin Müslümanları bir noktada toplayan
birleştirici ve bütünleştirici sembolik bir anlamı vardır.
* Kabe, yeryüzünün ilk
mabedidir.
* “Burası (KABE) Affedilmeden ayrılmama
noktasıdır”
* Kişi tıpkı Hz. İbrahim ile oğlu İsmail’in Kabe’yi
ibadet için temizledikleri gibi tavaf ederken gönül evi olan kalbini
takva ile tertemiz yapar. Kabindeki kirleri yıkar yok eder.
“Tavaf” sözlükte bir şeyin etrafında
dönmek, dolanmak demektir. Evrende maddenin en küçük parçası olan atomdan, en
büyük galaksilere varıncaya kadar her şey tavaf hâlindedir. Atomda elektronlar
bir kalp görevindeki çekirdek etrafında dönerken, galaksiler de milyarlarca
yıldız sistemleriyle galaksinin merkezi etrafında akıl almaz bir hızla
dönmektedirler. Sanki hepsi kendilerini var eden yaratıcıya ibadet
etmektedirler. Kur’an’da ifade edildiği gibi, her biri bir yörüngede
seyretmektedir.(Yâsîn, 36/40)
Kâbe’nin etrafında tavaf eden on binlerce Müslüman’ın oluşturduğu tablo,
bir galaksinin, milyarlarca yıldızıyla dönüşünü andıran bir manzara gibidir. Bu
bakımdan tavaftaki manevî hazzı tam anlamıyla elde edebilmek için kendini
yörüngeye bırakmak gerekmektedir. Zaten Kâbe’nin çekim alanında yörüngeye
girebilen kişi, bu manevî akışa kendini bırakır ve müminler denizinden bir
damla olabilmenin zevkine varır. Kâbe etrafında dönerek gerçekleştirilen tavaf, kâinatın
ve yaratılışın özeti, teslimiyetin ve ilahî takdire boyun eğişin sembolü
sayılır.
Erkeklerin tavafın ilk üç şavtında daha heybetli yürümelerine “Remel”, tavafta ihramlıyken
sağ omuzlarını açık bulundurmalarına ise, “Iztıba” adı verilir. Bu iki
davranışın da tarihî anlamı, hasımlara karşı güç ve gövde gösterisidir.
Mekkeli Müslümanlar Medine’ye hicret edince, oranın havası kendilerini olumsuz
etkilemiş ve biraz zayıf düşmüşlerdi. Aradan yedi yıl geçtikten sonra üç
günlüğüne geldikleri umre ziyaretinde Mekkeliler tarafından bu durumları dile
getirilince, Hz. Peygamber, ashâbına, müşriklere karşı güçlü görünmelerini,
onların oturduğu tarafa dolandıklarında daha çalımlı ve güçlü yürümelerini
emretmiş ve onlar da bunu yapmıştı.
Şüphesiz o gün için onların bu hareketi, güçlü olduklarını ifade etmeye
yetmekteydi. Ya bugün hacılar kendilerinin, Müslümanların güçlü olduğunu nasıl
gösterebilecekler? Maddî güç, manevî güç, moral güç... neleri, nerede, nasıl
kaybettik ve nasıl kazanacağız? Hiç şüphesiz hac yaparken bunu da düşünmelidir.
İbn Abbâs’a göre, başlangıçta tavaf esnasında sırf Kureyşlilere karşı
gösteri amacıyla yapılan remel (heybetli yürüyüş) Hz. Peygamber’in Veda
Haccı’nda, tavafın ilk üç şavtında yapmasıyla sünnet olmuştur. Yine
Hz. Ömer, Hacer-i Esved’le ilgili sözünün devamında: “Biz neden hâlâ bu remele
devam ediyoruz ki? Çünkü vaktiyle biz, bu remel ile (bizim zayıf düştüğümüzü
söyleyen) müşriklere karşı (güçlü) görünmek isterdik. Hâlbuki Yüce Allah onları
helâk etmiştir.” dedikten sonra, “Ama biz, Hz. Peygamber’in yapmış olduğu bir
şeyi terk etmek istemeyiz.” (Buhârî, “Hac”, 57) demiştir.
Müşriklerin helakiyle bu gerekçenin kaybolduğunu düşünmesine rağmen o,
Peygamber Efendimizin yapmış olduğu bir uygulamayı terk etmeyip ve aynen
uygulamıştır. Belki de düşmanları karşısında her dönemde nasıl güçlü olmaları
gerektiğini Müslümanların hiçbir zaman unutmamaları için...
Kâbe sola alınarak tavafa başlanır. Bunun da simgesel bir
anlamı vardır. Nazargâh-ı ilahî olan insanın kalbi, ‘Beytullah’ yani Allah’ın eviyle karşı karşıya gelir tavafta. “Allah sizin görünüşünüze
ve malınıza mülkünüze bakmaz; yalnızca kalplerinize ve amellerinize bakar!” (Müslim, “Birr
ve Sıla” 34) buyurmuştur Resûl-i Ekrem. Bu yönüyle Kâbe ile insan kalbi
arasında dikkat çekici bir ilgi vardır. Bu sebeple tavafta kişinin kalbi Kâbe
tarafında yer alır. Bunda aynı zamanda tavafın ne kadar kalpten ve gönülden yapılması
gerektiğine de bir işaret vardır.
Kâbe’nin etrafında mümin olmanın zevki yaşanır. Allah’a yakın olmanın
tattırdığı bu zevki bir başka yerde bu kadar canlı ve bu kadar coşkulu bir
şekilde yaşamak çok zordur. Bu kutsal mekânda yaşanan yakınlaşma duygusu,
hacıya kendi evinde olduğu hissini verir. Burada hacı kendini sılaya kavuşmuş
gibi hisseder. Çünkü Kâbe’nin yüzü kendisine öylesine tanıdık, kokusu öylesine
bildik, sıcaklığı öylesine kuşatıcı gelir ki, başka hiçbir sevgi bu denli
çekici olamaz.
Tıpkı namaz kılarken olduğu gibi, Kâbe’nin etrafında tavaf ederken de
insanlar arasında hiçbir ayrım yoktur. Burada müminler eşitlenir. Burada
tevhidin simgesi olan birlik vardır. Burada müminler denizinde kaybolmak ve
toplulukta erimek gerekir…
Birisinin etrafında dönmek, âdeta onun etrafında pervane kesilmek, sembolik
olarak yürekten bağlılığını ve onun için her şeyini feda edebileceğini gösteren
bir harekettir. Bu bakımdan Kâbe’yi tavaf, yalnızca Rabbimize yönelmenin ve yalnızca
O’nun huzurunda eğilmenin ve O’ndan başkasına ibadet etmemenin fiilî bir
göstergesidir.
Hacı, tavaf esnasında Allah’ın huzurunda olduğunun bilinciyle, O’na yaraşan
bir tazim ve hürmet, korku ile ümit arası bir muhabbet içerisinde olmalıdır.
Tavaf ederken, Hz. İbrahim oğlu İsmail ile Allah’ın evini nasıl döne döne inşa
ettiyse, hacı da aynı şekilde döne döne iman evini, gönül evini yani kalbini
yeniden inşa etmelidir. Kâbe Allah’ın evi, kalpler ise, O’nun nazargâhıdır.
Hacı orada sürekli Kâbe’ye bakar, onu seyreder, Yaratıcısının yüceliğini temaşa
eder. Allah da daima kulun kalbini gözetir, onu dikkate alır. Bu,
dünyada da böyledir, âhirette de. XVI. yüzyıl şairlerinden Bağdatlı Rûhi’nin
Şûarâ sûresi 88. ayeti esas alarak söylediği gibi; hiçbir şeyin fayda
vermeyeceği kıyamet gününde Yüce Allah, altın ve gümüş değil, teslim olmuş bir
kalp istemektedir:
“Sanma ey hâce, senden zer u sîm isterler, Yevme lâ
yenfeu’da kalb-i selîm isterler.”
Nitekim kültürümüzde sûfîler, Kâbe’yle ilgili Kur’an’da ve hadislerde geçen
bütün sıfatları insanın kalbi için kullanmışlar ve ona Beytullah yahut
Beytülharam demişlerdir. Çünkü gönül, Allah’ın evidir ve sevgiliden başkasının
oraya girmesi haramdır.
Nitekim Allah Resûlü’nün Kâbe’yi tavaf ederken söylediği şu sözler bunu teyit
etmektedir: “(Ey Kâbe!) Ne kadar
hoşsun, kokun ne kadar da güzel! Şanın, hürmetin ne kadar da yüce! Ama canım
elinde olan Allah’a yemin ederim ki, Allah nezdinde malıyla, canıyla müminin
hürmeti (dokunulmazlığı), senin hürmetinden daha büyüktür!” (İbn Mâce, “Fiten”,
2) Bu hadisten, mümin kalbinin Kâbe kadar hürmete layık olduğu, saygınlığının
ve dokunulmazlığının bulunduğu anlaşılmaktadır. Kâbe’ye kalplerini
kuvvetlendirmek için gidenler, bunun ilk ve temel şartının mümin kardeşinin
kalbini kırmamaktan, bu dokunulmazlığı çiğnememekten geçtiğini iyi
bilmelidirler.
Beytullah’ı Tavaf Etmek: Tavafın farklı
bir namaz ibadeti olduğunu, bu ibadetin önemi düşünülmeli, kalbini de buna
hazırlamalı. Bu ibadeti yüceltip, Allah’tan korku ile umut arasında hep bir tutum
içerisinde bulunduğunu, bu manada kendisinden beklentin olduğunu düşünülmeli.
Tavaf yaparken şöyle düşünülmeli: Tavaf sırasında
adeta melekler gibisin. Melekler nasıl ki Allah’ın Arş’ı etrafında durmaksızın
dolanıp duruyorlarsa, sen de Kabe’nin çevresinde öylesine dön-dolaş ve tavafını
sürdür. Sakın, asıl amacı bedenle Beytullah’ın çevresini dolaşmak diye
anlamayasın. Böylesi yanlış bir değerlendirmeye girmeyesin. Asıl amaç, yapmakta
olduğun tavaf ile, Beytin Rabbini gönlünde tutmak ve O’na karşı gereken saygıyı
göstermektir. Zira bu işe mutlaka O’nun adıyla başlayıp, dilinden O’nun zikrini
düşürmeyesin. Sona erdirirken de, O’nun zikrini ve yadını yapmaksızın ibadetine
son vermeyesin. Tıpkı bedeninle, nasıl ki tavafa Beytullah’tan, Hacer-i
Esved’den başlamaktaysan ve aynı noktada bitirmekteysen, ibadet olan tavafına
da işin hemen başında Allah’ı anarak başlamalısın ve sona erdirirken de Allah’ı
anarak sona erdirmelisin.
Asıl saygının ve gerçek tavafın gönülden yapılan tavaf
olduğunu ve gönlünle Rabbinin huzurunda olduğu unutulmamalı. Beytullah ise,
sadece sembolik anlamda, şu varlık aleminde görünen ve ortada olan bir
misalidir. Yani gözlerle görülemeyen O Yüce Zatın varlık aleminde görülen
sembolik bir değeridir. Oysa Rab, Melekut aleminde olması nedeniyle şu baş gözü
denilen dünya gözüyle görülemez. Nitekim beden de şu görünen varlık aleminde,
gözle görülmeyen mana kalbi/gönlü için bir görünen semboldür. Çünkü Kalp/gönül
bedene göre şu varlık dünyasında görülemez. O gayb/görülemez alemi
ilgilendirir. Bu açıdan şu varlık ve şehadet/görülen alem/dünya gayb alemiyle
melekut alemi için sadece basamak oluştururlar. Bunu da ancak Rabbimin mana
gözlerini açtığı, gönül kapısı açık olanlar görür ve sezerler.
İşte bu dengeye işaret olunmaktadır. Çünkü Beyti
Ma’mur denilen melekler tarafından ziyaret olunan; göklerde yer alan Beytullah,
yeryüzünde adına Kabe dediğimiz yapıyla ayni hizada bulunmaktadırlar. İnsanlar
nasıl ki kendi dünyalarında bu Beytullah’ı ziyaret ederek hac yapıyorlarsa,
Melekler e O mübarek evi, Beyt-i Mamuru ziyaret etmek suretiyle haclarını
yapmaktadırlar. Eğer Kabe’yi tavafta insanların birçokları kusurlu ve eksik
davranıyorlarsa da, en azından güçleri yettiğince ve mümkün olduğunca onlara
benzemeleri emredilmiştir. Bir de, “Kim bir kavme/topluma
kendini benzetirse o da onlardandır.” Hadisiyle kendileri için bir vaad ve söz
verme de vardır. Eğer bir kimse gerçekten bu manada Beyti tavafa kadirse,
Kabe’nin böylelerini tavaf ettiğini ve onları ziyarette bulunduğunu ileri
sürmüşlerdir. Çünkü kimi keşif ve gönül erbabı gördükleri bazı keşifleriyle
Allah’ın veli kullarından, dostlarından bu müjdeyi almışlardır.
9. HACER’İ ESVED : “Tavafın Başlangıcı”
“Biliyorum
ki, sen bir taşsın. Ne zarar, ne de fayda verirsin. Eğer, Resûlüllah’ın sana
dokunduğunu görmeseydim sana el sürmezdim.” (Hz. Ömer)

* Tavafın başlangıç noktasıdır.
* Hacer’i Esved bayaz bir taş iken insanların
günahları yüzünden karadığı, cennetten indirildiği, Nuh tufanı sırasında
Ebu Kubeys Dağında korunduğu ve Hz İbrahim tarafından Kabe’ye konulduğu rivayet
edilir.
* Hacer’î Esved Taşı, Alllah’a verdiği sözü yerine
getirenlere şahitlik edeceği rivayet edilir.
* Hz. Peygamberimiz (SA) müsaitse öper, değilse
elleriyle selamlayarak tavafa başlardı.
* Sahabeler de Hacer’i Esved’i selamlarken “
Allah’ım sana inanarak, kitabını tasdik ederek ve peygamberinin sünnetine
uyarak” derlerdi.
* Burada asıl olan taşın kendisi değil,
Peygamberimizin sünneti olması.
* Hacer’i Esved’i selamlama, Allah’a vermiş
olduğumuz “ Ahdi Yenileme” anlamına gelmektedir. Kullar,
Ruhlar aleminde verdiği kulluk sözünü, amelleriyle ortay koyduğu “İman akdini”
bu defa Kabe’de Sahibini önünde bu harekeleriyle temsili olarak “
Yineler ve Pekiştirir”.
*Hacer’i Esved selamlama; Ahdi Beyatı tazelemeyi, sözünde
durmayı sembolize eder.
Tavafın başlama noktasını göstermek gibi pratik bir faydası da bulunan
Hacer-i Esved’in kaynağı, tarihçesi, mahiyeti ve manevî değeri hakkında,
birçoğu zayıf, bir kısmı da sembolik anlam taşıyan çok sayıda rivayet vardır.
Bu rivayetlerde genellikle Hacer-i Esved’in aslında beyaz iken, insanların
günahları yüzünden karardığı, cennetten indirildiği, Nuh tufanı sırasında Ebû
Kubeys Dağı’nda korunduğu ve Hz. İbrahim’in Kâbe’yi inşası esnasında oradan
getirilerek şimdiki yerine konulduğu, onun Allah’a verdiği sözü yerine
getirenlere şahitlik edeceği gibi hususlar dile getirilmektedir.
Hacer-i Esved’i selamlama, Allah’a vermiş olduğu ahdi yenileme anlamına
gelmektedir. Kul, ruhlar âleminde verdiği kulluk sözünü, amelleriyle ortaya
koyduğu iman akdini bu defa Kâbe’de, Kâbe’nin sahibinin önünde bu selam
hareketiyle temsilî olarak yineler ve pekiştirir.
Efendimizin Peygamber olmasından önceki yıllarda, Kâbe’nin onarımı
gerekmiş, bu onarım esnasında Hacer-i Esved’i yerine kimin koyacağı konusunda
kabileler birbirlerine düşmüş, sonunda tartışmayı çözmek üzere Peygamberimiz
hakem seçilmiş ve onu bir örtü üzerine koyup, her kabileden bir kişiye örtüden
tutturduktan sonra kaldırmalarını sağlayıp, kendi elleriyle yerine yerleştirmiştir.
Hz. Peygamber, müsaitse Hacer-i Esved’i öper, değilse eliyle veya elindeki
baston ile selamlayarak tavafa başlardı. O, güçlü kuvvetli bir kimse olan Hz.
Ömer’i, zayıf bünyeli kimselere eziyet verebileceği gerekçesiyle, Hacer-i
Esved’i öpmek için kalabalığa dalmaması konusunda uyarmış, eğer boş ise istilam
etmesini (öper gibi uzaktan selamlamasını), aksi takdirde “lâ ilâhe illâllah”
ve “Allahu ekber” diyerek geçmesini söylemiştir. Hz. Peygamber’in bu
tavsiyesinden sonra Hz. Ömer, izdihamın olduğu hâllerde istilamı terk edip
geriden selamlamakla yetinmiştir. Nitekim tâbiînin büyüklerinden Atâ b. Ebî
Rebâh da “Hacer-i Esved kalabalık olduğu zaman kimseye eziyet verme! Eziyet de
çekme, geç!” tavsiyesinde bulunmuştur. O zamanlar şimdiki kadar kalabalık olmamasına
rağmen, izdiham olması durumunda Hacer-i Esved’in öpülmemesi dikkat çekicidir.
Günümüzde milyonlara varan mahşerî kalabalıkta, hacının sünnete uyma adına
kardeşlerine eza ve cefa etmesi asla tasvip edilemez. Kaldı ki, burada sünnet
olan, mutlaka Hacer-i Esved’i öpmek değil, onu bir şekilde selamlamaktır. Hacer-i
Esved’i öpmek için kardeşleriyle itişip kakışmak ne sünnettir, ne de ibadet! Bu
konuda hem Hz. Peygamber’in örnek davranışına, hem de onun uyarı ve tavsiyesine
uyulmalı, izdiham olan durumlarda uzaktan selamlama ile yetinmelidir.
Sahabe, Hacer-i Esved’i selamlarken “Allah’ım, sana inanarak, Kitabını ve
Peygamberinin sünnetini tasdik ederek/Peygamberinin sünnetine uyarak
(selamlıyoruz)” derlerdi. Burada asıl olan taşın kendisi değil,
Hz. Peygamber’in sünneti, örnek davranışıdır. Zira Hacer-i Esved, önce Hz.
İbrahim’in sonra da Hz. Peygamber ve ashâbının hatırasını yâd etmeye vesile
olan bir semboldür.
Nitekim bir defasında Hz. Ömer, Hacer-i Esved’e seslenerek “Biliyorum ki, sen bir taşsın. Ne zarar, ne
de fayda verirsin. Eğer ben, Resûlüllah’ın sana dokunduğunu görmeseydim, sana
el sürmez/öpmezdim” demiş ve onu eliyle dokunarak selamlamış, öpmüştür.
Hacer-i Esved’e bu şekilde seslenirken, o, bir taşa karşı yaptığı bu
davranışın, Cahiliye dönemindeki putlara tapınma gibi olmadığını, bunun sadece
Hz. Peygamber’in sünnetine uyarak Allah’a tazim ve yaklaşma için yapılan
sembolik bir davranış olduğunu vurgulamıştır. Zira tekrar etmek
gerekirse, Hacer-i Esved’i selamlama, kulun Allah’a vermiş olduğu
ahdi yenilemesi, sözünde durduğunu söylemesi anlamına gelmektedir.
Hacer-i Esved hakkında Hz. Ali der ki:
” Yüce Allah, Hz. Adem’in soyundan/zürriyetinden gelenlerden mana aleminde
söz aldığı zaman, kendilerinden bu söze bağlı kalacaklarına ilişkin bir yazı
aldı. Daha sonra da o yazılı vesikayı bu taşın içine attı. İşte bu taş
müminlere, sözlerinde durmaları açısından, vefalı çıktıklarına ilişkin olarak
tanıklıkta bulunacak, ancak kafirlere de, sözlerini inkar ettikleri için,
aleyhlerinde şahitlikte bulunacaktır.”
Nitekim hacıların Hacer-i Esved’i istilamda bulunurlarken; “Allah’ım!
Sana iman ettik, senin kitabını doğrulayıp onayladık ve sana verdiğimiz sözü
yerine getirdik” diye duada bulunmaların manası işte bu gerçeği
hatırlatmaktadır, demişlerdir.
10. MÜLTEZEM: Israrla, Yapışarak Dua Etme Yeri
“Rabbimiz! Biz
kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan, mutlaka hüsrana uğrayacağız!” (A’râf, 7/23)
11. MAKAM-I İBRAHİM: “Tavaf Sonrası İki Rekat Namaz Kılınma Yeri”
* Hz. Peygamberimiz (SA) Mültezem’e gelerek “ göğsünü,
yüzünü, ellerini açıp oraya yaslandığı” ve o şekilde dua ettiği, buranın
faziletinin hakkında pek çok rivayet vardır.
* İster Kabe’nin kapısına veya eşiğine, isterse
Kabe’nin duvarlarına veya örtüsüne sarılarak ağlasın, kişinin ağlaması, en
içten duygularla Mevlaya yakarması, tıpkı yaramazlık yapıp da kendisini
affettirmek için gözyaşları döken çocuğun durumuna benzer. Anne önce onu
kabul etmese de, eteğini bırakmayan yavrusuna sonunda yüreği dayanmaz ve
AFFEDER, KUCAKLAR, BAĞRINA BASAR. Yüce Allah da Kabe’sinin etekleri
etrafında defalarca tavaf edenin, evinin perdelerine sarılmış ve bütün
benliğiyle “hatalarıma rağmen başka bir yer değil Senin kapına geldim.
Benim günahım çok ama senin merhametin daha çok. Beni affetmeden buradan
ayrılmam ya Rabbi!” diye niyaz eden kulunu affetmez mi?
“Mültezem”, Hacer-i Esved ile Kâbe kapısı arasında kalan
kısımdır. Hacıların gözyaşları içerisinde yapışıp inleyerek dua
ettikleri yerdir. İster Kâbe’nin
kapısına veya eşiğine, isterse Kâbe’nin duvarlarına veya örtüsüne sarılarak
ağlasın, hacının ağlaması, en içten duygularla Mevlâ’ya yakarması, tıpkı
yaramazlık yapıp da annesine kendisini affettirmek için gözyaşları döken
çocuğun durumuna benzer. Anne önce onu kabul etmese de, eteğini bırakmayan
yavrusunun hâline sonunda yüreği dayanamaz ve affeder; onu kucaklar ve, bağrına
basar. Acaba merhametlilerin en merhametlisi olan Allah, Kâbe’sinin etekleri
etrafında defalarca tavaf eden, evinin perdelerine sarılmış ve bütün
benliğiyle “Hatalarıma rağmen başka bir yere değil, senin kapına
geldim; benim günahım çok, ama senin merhametin daha çok! Beni affetmeden
buradan ayrılmam yâ Rabbi!” diye niyaz eden kulunu bağışlamaz mı?
Rahmân ve Rahîm olan ev sahibi affetmez mi? İşte bu duygu ve düşüncelerle hacı
-izdihama neden olmamak kaydıyla- Kâbe’de, mültezemde kendisini affettirmek
için içtenlikle yalvarır, yakarır, gözyaşı döker. Şüphesiz böylesi içten
bir yöneliş, Yüce Allah tarafından karşılık görecektir.
Kabe Örtüsüne ve Mültezem’e sarılmak: Kabe’nin Örtüsüne
asılırken, Mültezem’e asılırken veya sarılırken, bu noktada şunu düşünmelisin:
Asıl niyetin Beyte ve Beytin Rabbi olan Allah’a yakınlık olmalı. Bunun sevgisi,
özlemi ve şevkiyle dolup taşmalısın. Bu örtüye ve Mültezeme, asılmakta
bereketlenmeyi, bağışlanmayı amaçlamalı. Bu sırada bedeninin her bir organının
cehennem ateşinden korunması ve kurtarılması umudunda olunmalı. Yoksa Beyt’ten
değil, Cehennem ateşinden kurtulmayı hedefleyeceksin. Beytullah’ın
örtüsüne ve eteğine sarılırken, içtenlikle ve ta kalbin derinliklerinden
mağfiret dilemeli ve Rabbin’den aman dilemelidir. Tıpkı birine karşı bir yanlış
yaparak ve suç işleyerek, daha sonra farkına varmasıyla, adamın dizlerine
kapanması, ayaklarına kapanması ve bağışlanmasını dilemesi gibi, Kul Allah
karşısındaki durumunu ve konumunu bilmeli ve buna göre gerekeni yapmalıdır.
O’ndan başka kendisini bağışlayacak birinin olmadığını ve olmayacağını, tek
sığınılacak ve varlığın ancak Allah olduğunu bilmeli ve bu inanç ve arzuyla
yakarmalıdır. Allah ın keremi ve affı olmaksızın bağışın da mümkün olmayacağını
bilmeli ve bunu dile getirmelidir. Bağışlanmadıkça, eteğini bırakmayacağını,
geleceğini garanti altına almadıkça da bu kapıdan uzaklaşmayacağını belirtmeli
ve bu duygular içerisinde Rabbine yalvarıp, yakarmalı, gözyaşlarını dökmelidir.
“Kâbe’yi insanlar için toplanma
ve güven yeri kılmıştık, ‘Siz de İbrahim’in makamından kendinize bir namaz yeri
edinin’ demiştik.” (Bakara, 2/125)

* Önemli olan Makam’ı İbrahim’in Kuran-ı Kerim de
geçmesi.
* Tavaf sonrası kılınan iki rekat namaz ( Kafirun –
İhlas süreleri okunur) Peygamberimizin (SA) Sünneti olması.
Kâbe kapısının birkaç metre karşısında, sarı bir mahfaza içinde yer alan ve
“Makam-ı İbrahim” denilen taşı, Hz.
İbrahim’in, oğlu İsmail ile birlikte Kâbe’yi yeniden inşa ederken üzerine basıp iskele olarak kullandığına
inanılmaktadır. Bir başka rivayete göre o, Hz. İbrahim’in insanları hacca davet için üzerine
çıktığı taştır.
Bunlardan her ikisi de mümkün olabilirse de, bizim açımızdan önemli olan,
ilk defa Hz. Ömer tarafından “Keşke
Makam-ı İbrahim’de namaz kılsak?” diye dile getirilen talebin hemen
ardından, orada namaz kılınmasını emreden yukarıdaki ayetin inmesidir. Gerek bu
emir, gerekse Hz. Peygamber’in Makam-ı İbrahim’i Kâbe ile arasına alarak namaz
kılması sebebiyle, izdihamın olmadığı durumlarda tavaf sonrası iki rekât namaz
Makam-ı İbrahim’de veya oraya yakın bir yerde kılınmaktadır. Hz. Peygamber,
Makam-ı İbrahim’de kıldığı iki rekât namazda Allah’ın birliğini, tevhidi
içeren Kâfirûn ve İhlâs surelerini okumuştur. Ancak, hac
zamanı çok kalabalık olduğu için, bu namazın tam bu noktada değil de, tavaf
edenleri engellemeyecek bir yerde kılınması daha uygun düşmektedir.
Hacı, kılacağı tavaf namazı öncesinde veya sonrasında, Hz. İbrahim misali,
Allah’ın nazargâhı olan kendi gönül evini yeniden inşa ederken hangi iskeleleri
kullanacağını, ayağının hangi sağlam temellere basması gerektiğini
düşünmelidir. Hz. İbrahim için insanları hacca davet ederken böyle bir taşın
üzerine çıkması yeterli olmuştu. Acaba hacı, insanları Allah’a davet ederken
hangi seviyeye çıkmalı, nasıl bir dayanak veya basamak kullanmalıdır? Bu iskele
veya basamak, ilim mi, ahlak mı, mal mı, samimiyet mi, gayret mi, emanet mi,
ehliyet mi olmalıdır? Yoksa hepsi mi? Kısacası hacı, Allah nezdindeki mevkiinin
yükselmesinde ve iman evinin yeniden inşa edilmesinde kullanmak zorunda olduğu
iskeleleri, insanları hayra ve Hakk’a çağıracağı minberleri neler olmalı, bunu
düşünmelidir.
12. ZEMZEM : “Hangi Niyetle İçilirse O Yararı sağlar”
“Zemzem
suyu, ne için içilirse o yararı sağlar.” (Hadis-i Şerif)

* Yüce Allah’ın Hz. Hacer ve Oğlu Hz. İsmail’e ihsan
ettiği mübarek suyun adıdır.
* Hz. Peygamber (SA) “Zemzem hangi niyetle
içilirse o yararı sağlar”. Şifa verici özelliği vardır.
* Zemzem içerken “Allah’ım senden yararlı
ilim, bol rızık ve her dert için şifa istiyorum” diye dua edilir.
* Zemzem içerek, mübarek su ile midesini temizler. Bir
daha haram lokma, şüpheli rızık girmeyecek hale gelinceye kadar arındırır.
* Nefsini, aç gözlüğünü doyuracak kadar içer. Haramdan
beslenme hastalığına şifa verecek kadar doyasıya içer.
* Tamahkar nefsi susuncaya, vicdanı takva kararını
doyuncaya, ruhu onunla doyuncaya kadar içer. Böylece o mübarek yerlerde Yüce
Allah’a söz verdikten sonra bir lokma da olsa zemzemle pak eylediği midesini
ifsat etmemeye, kazancını haramlarla kirletmemeye, çocuklarını haksız kazançla
beslememeye söz vererek bu arınma suyunu içer.
“Zemzem” Allah’ın Hz. Hacer ve oğlu Hz. İsmail’e ihsan ettiği mübarek suyun
adıdır. Hz. İbrahim, Allah’tan aldığı vahiy ile eşi Hacer’i ve henüz süt
emmekte olan oğlu İsmail’i zemzemin bugünkü kaynağına bırakıp gider. Henüz Kâbe
yapılmadığı ve Mekke şehri kurulmadığı için orada yaşayan birileri de
yoktur. Çok geçmeden yanındaki suyu
biten Hz. Hacer, yavrusuna su bulabilmek için, annelik sevgisi ve şefkatiyle
sağa sola koşuşturmaya başlar. ‘Su temin edebilecek birilerini görebilir
miyim?’ diye Safâ ve Merve diye bilinen iki tepe arasında
gidip gelir. İki tepe arasındaki vadiye indiği zaman çocuğunu göremediği için
orayı koşarak geçer. Bu su arayışı, ilahî iradenin hemen Kâbe’nin yanı başından
zemzem suyunu ikram etmesine kadar devam eder.
Zemzem, hâlen Kâbe’nin 20 metre kadar doğusunda, Makam-ı İbrahim’e yakın
bir yerde bulunan tavaf alanının altındaki kuyudan çıkmaktadır. 2003 yılında,
tavaf alanını genişletmek amacıyla zemzem kuyusuna iniş yeri kapatılmış, bunun
yerine tavaf alanı etrafındaki zemzem içme yerleri çoğaltılmıştır.
Hz. Peygamber’in zemzem hakkında: “Zemzem ne niyetle içilirse o yararı sağlar” buyurduğu rivayet
edilmektedir. Çeşitli rivayetlerde onun doyurucu ve şifa verici özelliğinden
söz edilmektedir. Medine’ye hicret ettikten sonra Hz. Peygamber’in Mekke’den
zemzem suyu getirttiği de nakledilmektedir. Zemzem içerken, “Allah’ım! Senden yararlı
ilim, bol rızık ve her dert için şifa istiyorum.” diye dua edilir.
Hacı, tıpkı Hz. İbrahim ile oğlu İsmail’in Kâbe’yi ibadet için
temizledikleri gibi, tavaf ederken gönül evi olan kalbini takva ile
tertemiz yapar. Kalbindeki kirleri yıkar, yakar, yok eder ve zemzeme/arınma
suyuna gelir. Orada bu defa o mübarek su ile midesini temizler. Bir daha haram
lokma, şüpheli rızık girmeyecek hâle gelinceye kadar arındırır. Nefsini,
açgözlülüğünü doyuracak kadar içer. Haramdan beslenme hastalığına şifa verecek
kadar doyasıya içer. Tamahkâr nefsi susuncaya, vicdanı takva kararını
duyuncaya, ruhu onunla doyuncaya kadar içer. Hacdan sonra, zemzemle temizlediği
midesini tekrar bozmamaya, kazancını haramlarla kirletmemeye, çocuklarını
haksız kazançla besletmemeye söz vererek kana kana içer.
13. SA’Y : “Bir Arayış Simgeler”
“Şüphesiz Safâ ve Merve, Allah’ın sembollerindendir.” (Bakara, 2/158)
* SAFA ile MERVE arasında, manen kurtuluşu aramak için tıpkı Hz. Hacer
validemiz gibi umut ile korku ile koşar.
* Her şavttı tamamladıktan sonra Kabe’ye karşı dönerek dua edilir.
Önce, yalçın kayalarla dolu, sert ve yüksek birçok dağa nispetle hayli mütevazı
olan iki küçük kaya tepeciğinin yani Safâ ve Merve’nin “Allah’ın
sembolleri” olduğu gerçeğini hatırlatmamız gerekiyor. “Ne özelliği
var? Niçin bu iki küçük kayalık seçilmiş?” denilmemeli, Safâ ile Merve’yi
Kur’an’da “Şeâirullah” yani “Allah’ın sembolleri” olarak
adlandıran ilahî iradeye teslim olunmalı.
Koşmak, hızlı yürümek anlamına gelen “Sa’y”, bir arayıştır. Terim olarak, hac ve
umrede Kâbe’nin doğu tarafındaki Safâ Tepesi’nden başlayarak Merve’ye dört
gidiş, Merve’den de Safâ’ya üç dönüş olmak üzere bu iki tepe arasındaki
gidişgelişe denir. Sa’y esnasında Safâ ile Merve arasında vadinin en derin
kısmında (iki yeşil direk arasında) daha canlı ve hızlı yürümeye ise, “Hervele” denilmektedir.
Hacda yapılmakta olan sa’yin aslı, Hz. Hacer’in henüz süt emen oğlu İsmail
için su ararken bu iki tepe arasında koşması hadisesine dayanır. Dolayısıyla
Safâ ve Merve arasındaki sa’y, Allah’ın rahmetinin en büyük tecellilerinden
biri olan anne şefkatinin Hz. Hacer validemizde kendini gösteren şeklinin yâd
edilmesidir. Annelik şefkatine ve sevgisine İslam’ın verdiği değeri simgeleyen
temsilî bir harekettir. Safâ ile Merve arasındaki gelip gitmelerde, işte bu
düşünceden kaynaklanan bir duygu seli yaşanır. İnsan, Sa’y alanındaki
koşuşturmasıyla, Hz. Hacer’e uzanan ilahî rahmetten bir nebze de olsa
elde edebilme arzusundadır.
Sa’y, Müslümanların hac görevleri arasında yer aldığı ve sırf hac niyetiyle
yapıldığı için, ibadet anlamı taşıyan bir yürüyüştür. Müslüman bu sayede
kendisi ile aynı yola giren, aynı niyet ve duyguları taşıyan diğer
Müslümanlarla beraber koşmanın ne demek olduğunu fark eder.
Hacı, sa’y ederken manen kurtuluşu aramak için tıpkı Hz. Hacer validemiz
gibi koşar. Beşerî olandan ilahî rahmete koşar. Nefes nefese bütün uzaklıkları
yakınlaştırarak, Yüce Yaratıcı’nın kendisine ne derece yakın olduğunu
hissederek koşar. Hz. Hacer validemizin telâşıyla umuda, zemzeme koşar, sonunda
ona kavuşur ve kana kana içer. Birlik içinde yok olarak susuzluğunu gidermeye
çalışır.
Sa’y, tıpkı Hacer validemizin kızgın güneşin altında susuzluktan kıvranan
biricik İsmail’ine hayat verecek suyu arayışı gibi bir arayıştır. Ve orada
hacı, Hacer rolünü canlandıracaktır. Yedi defa canla başla, telaşla, heyecanla
arayacaktır kendi İsmaillerini kurtaracak olan o mana suyunu, eskilerin
tabiriyle âb-ı hayatı. Memleketinde bıraktığı ciğerparelerinin açlığını,
susuzluğunu giderecek olan o hayat suyunu arayacaktır. Aylardır bir damla su
görmediğinden çatlayıp paramparça olmuş toprak misali, kafalarda, kalplerde
açılan yarıkları kapatacak; orada ahlakı, maneviyatı, ilmi, hayrı, hakikati ve
hizmeti yeşertecek, kısaca nesillerimize hayat verecek manevî zemzemi
arayacaktır. Şayet o âb-ı hayatı bulamaz, İsmaillerine acilen bu suyu
tedarik edemezse, bedenleri yaşamaya devam etse bile çoğunun ruhu ölecektir.
Hz. Hacer’in İsmail’i, Cebrail’in yerden çıkardığı su ile kurtulmuştu. Aynı
şekilde bizim İsmaillerimiz de Cebrail’in getirdiği su ile ama bu defa
yerden değil, semadan getirdiği âb-ı hayat ile yani Kur’an ile
kurtulacaktır. O hakikat pınarından ne kadar içebilirse, Kur’an
ahlakından ne kadar nasiplenebilirse, Kur’anî öğretiyi ne kadar yaşayabilirse,
susuzluğunu Allah’ın âyetleriyle ne kadar giderebilirse, o oranda hayat
bulacaktır insan. İşte bu duygu ve düşüncelerle yapılan bir sa’y, sembolize
ettiği arayışın amacını gerçekleştirecektir. Orada bu arayışın ne kadar çok
yapılması gerektiğinin ifadesi olarak yedi defa koşsa da, aslında nesillerinin
muhtaç olduğu o kurtuluş suyu yetmiş defa, hatta yedi yüz defa koşacak,
arayacak, soracaktır. Buluncaya kadar, tatmin oluncaya kadar, ciğerpareleri
kurtuluncaya kadar arayışını sürdürecektir.
Safa ile Merve arasında Sa’y etmek: Sa’y esnasında,
Safa tepesiyle Merve Tepesi arasında gidip gelirken, burayı kıyamet gününde
kıyametin arasat meydanında kurulu bulunan mizanın/terazinin iki kefesine
benzetmelisin. Böylece örneğin Safa tepesi tarafını terazinin iyilik tartan
kefesi, Merve yönünü de terazinin kötülük tartan kefesini oluşturuyormuş gibi
düşüneceksin. Dolayısıyla bu iyilik kefesiyle kötülük kefesinin birisinin
ötekisine nasıl ağır bastığını, biri ağır basınca ötekinin hafiflediğini, fazla
ile eksik arasında gidip geldiğini, bir türlü dengeyi kuramadığını düşünmeli,
azap ile mağfiret/bağışlanma arasında böyle tereddütlü gidiş ve gelişler
yaptığını görmelidir. Değerlendirmesini bu çerçevede yapmalıdır. Artık işinin
Allah’ın rahmet ve merhametine kaldığını düşünmeli, gözlerinden yaşlar
boşalmalıdır.
14. ARAFAT : “Mahşerin Provası”
“Hac, Arafat (ta
olmak)tır.” (İbn Mâce, “Menâsik”, 57)

“Hac nasıl olmalıdır?” diye sorduklarında Allah Resûlü’nün verdiği cevap
kısa ve gayet net idi: “Hac, Arafat(ta olmak)tır.” (İbn Mâce, “Menâsik”,
57) Hac, hakikati bilmek, tanımak, anlamak, kavramaktır. “Hac,
Arafat’tır.”, yani ârif olmaktır; marufa, marifete, marifetullaha ermektir.
Dirilişi, mahşeri, mahkeme-i kübrâ öncesi bekleyişi, ölmeden önce ölmeyi,
hesaba çekilmeden önce muhasebe yapmayı bilmektir. Ârif olan anlar; Arafat’ı
idrak eden, hacı olur, Arafat’ı kavrayan marifeti bulur. Arafat, ârif olma
yeridir. Arafat marifeti yakalama yeridir. Arafat önce kendini bilme, kendini
bulma deneyimidir. Ve “Kendini bilen, Rabbi’ni de bilir” fehvâsınca, önce
kendini tanıma, ardından da Rabbini tanımadır. Yunus’un dediği gibi:
“İlim, ilim bilmektir; ilim kendin bilmektir...”
Tıpkı Allah’ı unutanların, kendilerini unuttukları ve neticede âhirette Allah
tarafından unutuldukları gibi (Haşr, 59/19) Arafat’ta kendini ve Rabbini
tanıyanlar da, mükâfat olarak Allah tarafından tanınacaklardır.
Zamanların en bereketlisi Arife Günü, mekânların en mübarek olanı da Arafat’tır. Arafat; Hz. Muhammed
(s.a.s.) gibi yüzünü Kâbe’ye çevirip sırtını Cebel-i Rahme’nin (Rahmet
Dağı’nın) eteklerine vererek, Rahmân’ın rahmetine nail olabilmek, bütün
Müslümanların derdine derman bulabilmek, günahlardan sıyrılıp gözyaşlarıyla
dolabilmek, cehaletten kurtulup marifetullah ile olabilmek için bir irfan ve
marifet mektebidir.
Arife Günü hac ihramıyla Arafat’ta bulunmak, bir Müslüman için en büyük
nasiplerden biridir. Çünkü bu kutsal yerde ve bu mübarek zaman diliminde
yapılan dua ve ibadetler geri çevrilmez. Bu itibarla Müslüman, Arafat’ta
gönlünü her türlü dünyevî düşüncelerden arındırarak bütün samimiyetiyle Allah’a
yönelmeli, el açıp yalvarmalı, günahlarını hatırlayıp gözyaşları içinde tövbe
etmeli, af ve mağfiret dilemeli; kendisi, anne-babası, kardeşleri, çocukları,
yakınları, milletinin fertleri ve tüm Müslümanlar için içtenlikle dua
etmelidir.
Arafat’ta diğer müminlerle bir arada bulunan, kıyafetiyle artık bu dünyayı
terk ettiğini gösteren mümin, haşir ve hesaba çekiliş sahnesini temsilî bir şekilde yaşayarak
sorumluluğun ve hesaba çekilmenin idrakine varır. Allah’ın huzurunda durmanın
manasını, makam, servet ve ilim gibi üstünlüklerin gerçek değerinin hesaba
çekileceği zaman ortaya çıkacağını anlar ve üstünlüğün sadece takvada olduğunu bir kez daha
kavrar.
Arafat’ta Vakfe’ye durmak: Vakfe sırasında o
muhazam kalabalığı, mahşeri durumu görüp şöyle bir tefekkür edilmeli. Arafat sanki
kıyamet meydandır. Tüm ümmetler kendi peygamberleri ve imamları önderliğinde
toplanmışlar, her ümmet kendi peygamberinin izi sıra geliyor. Her ümmet kendi
peygamberlerinden kendileri şefaat bekliyorlar. Hepsi de şaşkın halde
bulunuyorlar. Acaba Yüce Allah tarafından kabul mü görecekler yoksa geri mi
çevrilecekler? Bunun kararsızlığı içerisinde tek bir alanda bekleyip
duruyorlar. İşte Arafat meydanını adeta arasat alanı gibi düşünülmeli
ve gözlerinin önüne o anı getirmeli ve canlandırılmadır.
İşte bu düşüncelerle tüm kalbinle ve gönlünle Yüce
Allah’a yönelmeli, O’na yalvarılmalıdır. Sanki bizler daha önce ölüp de
kurtulmuş olan kimselerin zümresinden kılmasını ve onlarla birlikte
haşretmesini dilemektir. Mutlaka yaptığın duaya icabet olunmasının gerçekleşme
gayreti içerisinde bulunmalı. Çünkü bulunduğun mevki gerçekten çok üstün ve
şerefli bir yerdir. Bu yerde ve bu makamda dualar geri çevrilmez, kabul olunur.
Çünkü Yüce Allah’ın rahmeti, insanlar arasında bulunan ve gerçekten ağzı dualı
olan insanların duaları ve yakışları sayesinde tüm halkı içine alacak
durumdadır. Yeryüzünün neresinde ağzı dualı biri varsa, buraya gelip dua
edenler arasında mutlaka birilerinin bu manada duaları kabul göreceğinden,
onların sayesinde diğer insanlar da bu bağıştan ve rahmetten mutlaka
nasiplerini alacaklardır.
Kaldı ki Arafat Vakfesi sırasında Yüce Allah’ın bu
insanlar arasında, onların huzuru için aralarında direk misali bulundurduğu
ebrar ve abdal/sevgili kulları vardır. Aynı zamanda Allah’ın salih kullarıyla
gönül erbabı bulunur. Bunlar gayretlerini Allah’a yönelttiler mi,
O’na yalvarmak ve yakarmak için ellerini bir kaldırdılar mı, boyunlarını bükük
hale getirdiler mi, artık istekleri reddolunmaz. Hele gözlerini semaya/göğe bir
dikmesinler. Tek bir himmet, tek bir istek ve tek bir dilekçe halinde
Rablerinden rahmet ve merhamet istemiş olsunlar, mutlaka yerine getirilir.
15. VAKFE :
“Burası
Arafat’tır, burası vakfe yapılacak yerdir.” (İbn Hanbel, III, 326)
“Vakfe”, duruş, bekleyiş demektir. Arafat vakfesi, bir yandan
insanın dünyaya ayak basışını, diğer yandan ise, kıyamette Allah’ın
huzurunda bekleyişini hatırlatır. Vakfe, uzun soluklu bir duruştur,
duruşmadır, durulaşmadır. Sabahtan akşama kadar korku ve ümit arası
heyecanlı bir bekleyiştir. Arafat, birkaç saat hoşça vakit geçirilen bir
dinlenme yeri, piknik yeri değildir. Vakfe, müminin Rabbinin huzurunda imanla,
sebatla, umutla gerçekleştirdiği bilinçli bir bekleyiştir. İnananların
nefislerine ve birbirlerine karşı ortaya koyduğu vakarlı ve kararlı bir
duruştur. Bütün Müslümanların kardeş ve Hz. İbrahim’in evlatları olarak
yekvücut, tek bir din ve millet olduğunu ispatlayan şanlı, asaletli bir duruştur.

Resûlüllah, meşhur Veda Hutbesi’ni Arafat’ta okumuştur. Müslümanlar için bir
çeşit ‘insan hakları beyannamesi’ niteliğinde olan Veda
Hutbesi, aslında Hz. Peygamber’in hayata karşı duruşunun en açık
göstergelerindendir. O gün, yüz bin kişiye hitap eden Allah Resûlü, hutbesinde
hem kendi duruşunu, hem de Müslümanların duruşlarının nasıl olması gerektiğini
ilan etmiştir:
1. Müslümanların canları ve malları, içinde
bulundukları kutsal zaman ve mekân kadar saygın ve dokunulmazdır.
2. Kadınlar, Allah’ın emanetidir. Onların hakları,
iffetleri ve ihtiyaçları konusunda bu sorumluluk bilinci ile hareket
edilmelidir.
3. Kan davası ve faiz gibi cahiliye gelenekleri
kaldırılmıştır.
4. Sapkınlığa düşmemeleri ve hak olana sımsıkı sarılmaları için
Müslümanlara Allah’ın Kitabı gönderilmiştir.
Allah Resûlü, Arafat’ta öğle ile ikindi namazlarını Mescid-i Nemire’de öğle
vaktinde cem ederek/birleştirerek kıldıktan sonra, doğru Rahmet Tepesi’ne
gitmiş; kıbleye yönelerek güneşin batışına kadar dua ve niyaz ederek yapmıştır
vakfesini. Âlemlere rahmet olarak gönderilmiş olan o elçi, orada öğleden akşama
kadar saatlerce kim bilir ne yakarışlarda bulunmuştur... İşte bilinçli
bir vakfe, böyle vakarlı, kararlı, umutlu bir bekleyiş içinde yapılmalıdır.
Arafat’ta vakfe, bütün dünya Müslümanlarını temsilen gelen heyetlerin
oluşturduğu, dünyada eşi benzeri görülmeyen bir zirvedir; bir anlamda “Dünya Müslümanları
Kongresi”dir. Geçmişte olduğu gibi dinî, ilmî, içtimaî ve siyasî meselelerini
konuşup çözüme kavuşturabilecekleri modern anlamda örgütlü, düzenli, disiplinli
bir kongre olamasa da; gönüllerin, ruhların uzlaşması vardır orada. Dilleri,
ırkları, renkleri, kültürleri ve coğrafyaları farklı olsa da; inançları,
duyguları, dertleri, dilekleri ve duaları aynı olan milyonların yürekleri ve
yanık yakarışları vardır vakfede. Bu milyonların içinde nice Allah dostu, gönül
eri, takva ehli, haram lokma nedir bilmez, duaları reddolunmaz “hacc-ı mebrur/kabul olunmuş hac”
sahibi kimseler vardır, kim bilir!
16. MÜZDELİFE ve MEŞ’AR-i HARAM :
“Arafat’tan akın
edince, Meş’ar-i Haram’da Allah’ı anın.” (Bakara, 2/198)

17. MİNA :

“Müzdelife”, Harem bölgesi sınırları içinde Arafat ile Mina
arasında kalan bir alanın adıdır. Hacılar geceleyin burada bir araya
geldikleri, gece karanlığında akşam ile yatsı namazını birleştirdikleri ve
böylece Allah’a yaklaşmaya çalıştıkları için bu isimle anılmıştır. Şeytana ve
taraftarlarına karşı bir sonraki gün yapılacak sembolik protestoda
atılacak küçük taşlar, genellikle Müzdelife’de toplanır.
Burada ikinci kez durulan vakfe, Allah’ın huzurunda olma bilincini
pekiştirir.
“Arafat’tan
akın edince, Meş’ar-i Haram’da Allah’ı anın.” (Bakara, 2/198) ayetinde “akın
edince” diye çevrilen “ ifâda” tabiri, bir nehrin
taşmasını, sel sularının coşkulu bir şekilde akmasını ifade eder. Arafat
vakfesini yerine getirmenin sevinci ve coşkusuyla hacıların insan seli gibi
akması, ayette böyle ifade edilmiştir.
Ayette geçen “Meş’ar-i Haram” da yine buradadır. Aynı ayette “O’nu, size gösterdiği biçimde anın.” (Bakara, 2/198)
şeklinde ikinci kez zikrin emredilmesinden, bu bölgenin Allah’ın zikredileceği
bir mekân olduğu anlaşılmaktadır. Arafat’tan Müzdelife’ye gelindiği andan
itibaren başlayan bu zikir süreci, sabah namazı sonrasına kadar devam eder.
Müzdelife’deki zamanın, zikir için en uygun zaman dilimlerinden biri olduğu
şüphesizdir. Arafat’ta gündüz yapılan vakfe, burada gece veya sabahın
alaca karanlığında yapılmaktadır.
Hz. Peygamber (s.a.s.) Arafat’tan ayrılınca yatsı vakti girdikten
sonra akşam ve yatsı namazlarını cem ederek/birleştirerek burada
kılmıştır. Geceyi istirahatla geçirdikten sonra, sabah namazının
peşinden buradaki vakfesini yapmıştır.
Meş’ar, şiâr ve şuur yeri, zamanı demektir.
Hacı burada, beklenen bilinç düzeyine, gerçek şiarına erişir. Kâbe’de
kalbini vesveselerden temizler, zemzemle midesini yıkar, Arafat’ta arif olur,
marifet bulur, Meş’ar’da şuura erer, Mina’da ise, temenni ya da temennâya, yani
aşka varır. Diğer bir deyişle, Kâbe’de imana, zemzemde takvaya, Arafat’ta
bilgiye, Meş’ar’da bilince ve Mina’da sevgiye ulaşır.
“Sonra insanların akın
ettiği yerden siz de akın edin, Allah’tan bağışlanma dileyin!” (Bakara, 2/199)

“Mina” aşırı istek, arzu demektir. Mina, Hz. İbrahim ile oğlu
İsmail’in, Allah’a olan aşklarının sınandığı yerdir. Bu sınavda Hz. İbrahim,
çocuğunu kurban etmesi şeklinde rüyasında gösterilen emre uymak ve ahir ömründe
kendisine verilen biricik oğlunu Allah için kurban etmek; İsmail ise, bu uğurda
canını vermek gibi çok ciddi bir sınavdan geçmişlerdir. Bir tarafta Allah’ın
emri ve aşkı, diğer tarafta ise ciğerparesi... Bir tarafta Allah aşkı, bir
tarafta yaşama arzusu… Allah sevgisi mi, evlat sevgisi mi? Allah sevgisi mi,
yaşama arzusu mu?
Hz. İbrahim “Yavrum, ben rüyamda seni
boğazladığımı görüyorum. Düşün bakalım, ne dersin?” dediğinde, küçük
İsmail’in cevabı kısa ve nettir: “Babacığım! Sana emredileni yap! Beni
sabredenlerden bulacaksın!” (Sâffât, 37/102) Bu cevap üzerine
Hz. İbrahim’in yapacak bir şeyi kalmamıştır, sevgili oğlu ile birlikte Mina
yolunu tutar. Allah’ı her şeyden, herkesten daha çok sevdiğini, Allah’ın emrine
teslimiyetin her şeyin önünde geldiğini ispat etmek üzere çıkar yola. Ancak,
peygamber de olsa, baba olabilmek için neredeyse tam bir asır bekleyen Hz.
İbrahim’in karşısına o esnada şeytan çıkar. Bu kez, bir tarafta Allah’ın emri,
diğer tarafta şeytanın vesvesesi vardır. Ve İbrahim î kararlılık ağır basar.
Hz. İbrahim, tercihini Allah sevgisinden, ebedî aşktan, yüce emirden yana
kullanır. Kendisini Allah’a yaklaştıran yolda karşısına çıkan şeytanı
bugün taşlamanın yapıldığı yerlerde defalarca taşlar. Neticede
baba-oğul ikisi de Allah’ın emrine teslim olmanın mükâfatına
erişir. Zira Rabbimiz, oğlunu boğazlamak için yüzüstü yere yatırdığı anda
gönderdiği büyük bir kurbanlık ile Hz. İbrahim’i ödüllendirirken, Hz. İsmail’in
de canını bağışlar. (Sâffât, 37/103-107)
İşte Mina, can, mal, mülk, mesken, evlat, eş, kardeş, ticaret, aşiret,
mevki, makam, rütbe gibi fani sevgilerin aşıldığı, Allah sevgisinde zirveye
ulaşıldığı yerdir. Mina’da sadece Allah temenni edilecektir. Allah
sevgisi mi, diğerleri mi? Bu nimetler ve imkânlar, kişileri Allah sevgisine mi
götürüyor, yoksa O’nun yolunda birer engel mi teşkil ediyor? Diğer bir ifade
ile kişi, Hz. İbrahim ve oğlu İsmail misali, en çok sevdiği varlıklarını Allah
sevgisi uğruna feda edebiliyor mu? Bu noktada Allah’ın müjdesine mi itibar
ediyor, yoksa şeytanın vesvesesine mi? Aslında Hz. İbrahim ile oğlunun
sınavıyla, bugün bizim sınavlarımız pek farklı değildir. Ancak İbrahimî tavır
takınmanın çok zor olduğunda şüphe yoktur. Bu zorlu sınavda diğer sevgiler ağır
basıyorsa yapılacak şey, Allah’tan istiğfar dilemektir. Nitekim ayette de
Allah’tan bolca bağışlanma dilenmesi emredilmektedir. Hacı, Mina’da bu emri
yerine getirip kalbini Allah aşkıyla doldurduktan sonra mağfiret miğferini
giyer ve Hz. İbrahim’in şeytanla savaştığı alana, şeytanı ve taraftarlarını
taşlamak üzere gider.
18. ŞEYTAN TAŞLAMA :
“Şeytan, yaptıkları işleri süslü gösterip onları yoldan alıkoydu.” (Ankebût, 29/38)

Taşlama, bir anlamda şeytana karşı girişilen bir savaşı sembolize eder.
Hacı her bir taşı, nefsine, şehvetine ve şeytana karşı fırlatır.
Kendisini çeşitli hatalara, günahlara sürükleyen bu farklı cepheleri bir bir
yok etmeye çalışır. Sahip olduklarını Allah için feda etmesi yolunda, şeytan
nerelerde karşısına çıkıyorsa, hangi silahları ve cepheleri kullanıyorsa
oraları bertaraf etmelidir. Gurur, kibir, mal, mülk, makam, mevki, rütbe, şan,
şöhret, benlik, gençlik, güzellik, evlilik, çoluk çocuk... Kulluğun ve
sorumluluğun önünde engel olan her ne var ise...
Günümüzde hacı, taşlama yaparken, hem Hz. İbrahim’in rolünü
üstlenmekte, hem de Hz. Peygamber’in sünnetine uymaktadır. Her
ne kadar elinde biriktirdiği taşları, şeytanı temsil eden taş yığınlarına
fırlatsa da, hakikatte şeytan kendisini hangi zayıf
noktalarından aldatıyorsa, onları düşünerek atmalıdır. Herkes
kendi ayıbını, açığını ve günahını daha iyi bileceği için, attığı her bir
taşı; nefsine, şehevî arzularına, kendisini günaha sokan bitmek bilmez
isteklerine atmalıdır. Orada sembolik olarak ilk gün yedi, sonraki günler
kırk dokuz veya yetmiş taş atar. Bu taşların çokluğu aslında bir
kinayedir; artık şeytana karşı sürekli teyakkuz hâlinde olmalı,
yüzlerce defa karşısına çıksa, ona fırlatacağı binlerce taşı olmalıdır.
Artık öteden beri tekrarladığı “Taşlanmış şeytanın şerrinden Allah’a
sığınırım!” şeklindeki istiâzeyi, yani “Eûzü billâhi mine’ş-şeytâni’r-racîm” sözünü sadece diliyle
değil, daha bilinçli bir şekilde özüyle yapmalıdır. Kimden kime sığındığını
fark etmelidir. “Racîm” yani kovulmuş, taşlanmış olan
şeytandan, “Rahîm” olan Allah’a sığındığını kavramalıdır.
Şayet bunu kavrayamaz ve sadece sembolde takılır kalırsa, asıl anlam ve
hikmetini idrak edemezse, “şeytanı taşladığı” vehmiyle bir kez daha
aldanır o kadar! Çünkü şeytan orada sembolize edildiği gibi dışarıda değil, Hz.
Peygamber’in benzetmesiyle “Kanın damarlarda dolaştığı gibi insanın içinde
dolaşır.” (Buhârî, “İ’tikâf”,
11-12)
Şeytanların Taşlanması: Allah’a boyun
eğdiğini göstermek, emre amade olduğunu ortaya koymak için, kulluğunu ve adeta
bir köle durumunda bulunduğunu sergilemek, sırf emre bağlılığı göstermenin bir
işaretidir. Bu görevde aklın ve nefsin bir fonksiyonu yoktur. İşte bu
şeytanları taşlama anıdır. Bu anda Hz. İbrahim (AS)’e benzemeye çalış. Çünkü
lanetli iblis işte tam bu noktada Hz. İbrahim’in karşısına çıkmış, haccı
konusunda onu şüpheye düşürmek istemiş ya da herhangi bir fitneye düşürmek
suretiyle onu isyan bataklığına sürüklemek istemiştir.
Tam böyle bir anda Yüce Allah, dostu ve halili Hz.
İbrahim’e, eline bir taş almasını ve bu taşı lanetli şeytana atmasını, onu
böylece kovarak tüm emellerini boşa çıkarmasını istemiştir. Denile bilinir ki;
şeytan Hz. İbrahim’in karşısına çıktı, ona gözüktü. O’da bunun için taş aldı ve
onu bu taşla kovdu. Ya şimdi, deyip, bizim için böyle bir şey yok ki, biz
şeytanı göremiyoruz ki, ona taş atalım. Şeytandan gelecek böyle vesveselere
karşı, hemen şu gerçeği akla getirmek lazım. İşte seni böyle bir düşünceye
yönelten ve yönlendiren de yine şeytanın kendisidir. O senin gönlüne böyle bir
şey atıyor ki, bununla ile ilgili şevkin kırılsın, gayretin azalsın istiyor.
Taşları atmada gönülsüz kalasın diliyor. Sakın yanılmayasın. İşte böyle bir durumda
gayret ve azmi giderek artılmalı, bir an önce o görevi yerine getirilip bu
vesveselerden kurtulmak gereklidir. Çünkü şeytan taşlamayı engellemek için: Bu,
anlamsız bir iştir, bu sanki bir oyun ve eğlence’ye benzemektedir. Hiç böyle
bir ibadet ve kulluk olabilir mi? Sakın gidip vaktini bununla boşa harcama der.
Şeytanın her türlü oyunlarına karşı tetikte olup, hac
görevini bilinçle, istekle ve ciddilikle yapmakla azimli ol. Hiç azmini
kırmadan, şeytanın tüm arzu ve isteklerine, kandırmalarına rağmen, sen onu
taşla.
Belki görünüş de atılan taşlar, karşında gördüğün
sembollere atıyor gibisin. İşin gerçeği şu ki, sen bizzat şeytanın ve şeytanın
sistemlerinin yüzüne yüzüne atıyorsun. Böylece şeytanın belini kırıyorsun.
Çünkü şeytanın belinin kırılması ve burnunun sürtülmesi, insanın Allah’ın emirlerine kesin bağlanmalarıyla mümkündür. Nefsin
ve aklın hiçbir rolü bulunmaksızın, sırf Allah’ın emri olduğu için bu taşlama
görevi yerine getirilir.
19. KURBAN :
“Onların ne
etleri ne de kanları Allah’a ulaşır. Ama O’na sizin takvanız ulaşır.” (Hac, 22/37)
Kurban, müminin sırf Allah istediği için malından vazgeçebileceğini ortaya
koyduğu ve malını Allah yolunda kurban edebildiğini fiilen gösterdiği önemli
bir ibadettir. İhramda bir otu dahi koparmak yasak iken, Allah’a
bağlılığın ve fedakârlığın bir göstergesi olarak bayramda canlı
hayvanlar kurban edilmektedir.
Kurban, hac görevlerini yerine getirebilmenin şükrünü eda etmek için
kesilmektedir. Nasıl Ramazan orucunu tamamlayınca Ramazan Bayramı yapılıyorsa, hac
ibadetleri tamamlanınca da hac kurbanları (Hedy) kesilir ve
Kurban Bayramı kutlanır. Sabır, savaş, zafer ve şükür.
Arafat’ta bilgiye, Meş’ar’da bilince, Mina’da
sevgiye ve Cemerât’ta zafere kavuşan hacı, şükrün
ifadesi olan kurban hedyi (hediyesi) ile takvaya, takva ile
de Allah’a ulaşmaktadır.
Kurban Bayramı günlerinde getirilen tekbirler, “Teşrik Tekbirleri” diye
isimlendirilmiştir. “Teşrik”, Cahiliye döneminde kesilen
kurban etlerinin kızgın kayalara serilmek suretiyle güneşte kurutulmasına
verilen addır. Hacı, Teşrik tekbirlerini tekrarlarken, daha sonra kullanmak
üzere kendisi için hangi iyi alışkanlıkları, hangi güzellikleri muhafaza etmesi
gerektiğini düşünmelidir. En azından hacca gelirken nasıl takva azığıyla
geliyorsa, Mina’dan da geriye yine takva azığı götürmelidir.
Allah için ve Allah’ın adıyla kesilen kurbanlar, zikir ve şükrün, tevazu ve
teslimiyetin, dayanışma ve kardeşliğin göstergeleridir. Özellikle
hacıların kurban etlerinden hemen hiç yemediği, etlerin tamamının İslam
Kalkınma Bankası aracılığıyla yoksul İslam ülkelerine gönderildiği günümüzde,
hiç tanımadığı Müslüman kardeşlerine karşı verdiği destek hacı için son derece
anlamlıdır. Ülkemiz hacılarının kurbanlarının, Afrika’da adını bile
bilmedikleri bir Müslüman bölgede tüketilmesi ve o bölge insanlarının gıyabî
dualarını kazanmaları ne kadar güzeldir!
Hacının kurban ettiği koyun, inek ya da deve
değil; hevâ ve hevesi, arzu ve şehvetidir. Rabbinin rızası
için hepsini kurban etmelidir ki, bayramı yüreğinde, yakınlığı öz benliğinde
hissedebilsin. Çünkü bu bayram Kurban Bayramı, kurbiyyet anıdır, Allah’a
yakınlık bayramıdır. Kurban Bayramı, memleketlerinden çok uzak coğrafyalarda
olsalar bile haccın anlamını yaşayanların bayramıdır. Burada bu yakınlaşmayı
yaşayanlar, kazandığı güzellikleri gittikleri yerlere de taşıyacaktır.
Allah Teâlâ, “Kurbanlık develeri de sizin için Allah’ın
sembolleri kıldık.” (Hac, 22/36) buyurmaktadır. Allah için
kesilen bu kurbanlardan akıtılan kanlar, kurban sahibinin de günahlarının
döküldüğünü “kirlerinin giderildiğini” (Hac, 22/29) sembolize
eder. Hacı, Allah için kurban keserken, bunun Hz. İbrahim’den kalma bir sünnet
olduğunu, Allah yolunda en sevdiği yavrusunun kurban edilmemesi için kendisine
ikram edilen bir bedel olduğunu tefekkür eder. Allah’ın verdiği malların ve
evlatların, Allah yolunda engel değil, tam tersine kendisini Allah’a
yaklaştıracak birer vesile olması gerektiğini düşünür. Orada Allah için gönül
rahatlığıyla herhangi bir canlıyı kurban ederken, memleketindeki çocuklarının
da Allah yolunda olmaları, Allah’a yakın ve yaklaştırıcı olmaları için dua
eder, hayatı boyunca da bunu gerçekleştirebilmek için gayret eder.
Kurban Kesmek: Kurban kesme, Allah’ın emrine
bağlılığın bir göstergesidir. Bu itibarla Kurban yada Hedy kesme görevini de
hemen yerine getirir. Bununla Rabbinden kestiğin kurbanlığın her bir
parçası ve her bir parçası ve her bir kılı sayısınca kişinin organının cehennem
ateşinden kurtulduğunu hatırlanmalı.
“Allah’ım, başlarını
tıraş ettirenlere merhamet et!” (Buhârî, “Hac”, 127)

21. Ziyaret ve Veda Tavafı

* İhramdan çıkmak için Saçların bir kısmını veya
erkekler tamamen saçlarını traş edebilir. Bayanlar saçlarının bir miktarını
keserler.
* KİŞİNİN KENDİ VARLIĞINI Allah
yolunda feda edebileceğini simgeler.
* Bu bir taraftan, gerektiğinde saçını değil canını da
Allah yolunda verebileceğini temsil eder.
* Başından dökülen her saç teli adeta dökülen
günahlarını simgeler.
* Saçların tıraş edilmesi “TEVAZUU” “BAŞI
AÇIK-YALIN AYAK” diye tabir edilen “MUHTAÇ OLUŞU” sembolize
eder.
Önce şeytana taş atan, ardından Allah’a bir baş kurban eden hacı, daha
sonra tıraş olmak suretiyle sembolik olarak kendi varlığının bir
parçasını da kurban eder. Bu, bir taraftan gerektiğinde saçını değil,
canını da Allah yolunda verebileceğini temsil ederken, başından dökülen her saç
teli, varlığından dökülen günahları simgeler.
Hz. Peygamber (s.a.s.), “Allah’ım, başlarını tıraş ettirenlere
merhamet et!” diye dua etmiş;
sahabeden bazıları, “Saçlarını kısaltanlara da dua etseniz ey Allah’ın Resûlü?”
deyince, dördüncüsünde “Saçlarını kısaltanlara
da” diyerek onlar için de
dua etmiştir. Sahabeden kimileri saçlarını tamamen kazıtmış, kimileri de
saçlarını kısaltmıştır.
Saçların tıraş edilmesi tevazuu; “başı açık yalın ayak” diye
tabir edilen muhtaç oluşu sembolize eder. Bu konuda hanımların saçlarının
uçlarından bir miktar alınması yeterlidir.21. Ziyaret ve Veda Tavafı
“Hac ibadetlerinizi bitirince atalarınızı andığınız
gibi, hatta daha güçlü bir anışla Allah’ı anın!” (Bakara, 2/200)
Kitabımızın başından beri anlatılan çeşitli fiil ve davranışlardan oluşan
hac ibadetinin son noktasını “Ziyaret Tavafı” oluşturmaktadır. Nefsine,
şehvetine ve şeytana karşı giriştiği sembolik savaşı kazanan muzaffer bir
askerin, komutanına zaferini müjdelemesi gibi, Kâbe’ye gelen hacı da, Allah’ın
huzuruna çıkarak bütün görevleri yerine getirdiğini bildirir.

Arafat’ta mahşeri yaşamış ve marifete erişmiş; Mina’da malıyla, canıyla,
bütün varlığıyla Allah’ın yolunda olduğunu göstermiş biri olarak, hayatının
geri kalan kısmında da sürekli bu hâlde olacağını bu son ziyaretinde bütün
içtenliğiyle tekrar ifade eder.
Kâbe’nin huzurunda Allah’a ruhlar âleminde iken verdiği “kul
olma” vaadini yerine getireceğine dair tekrar söz verir.
Kendisinden istenen görevi başarıyla yerine getirmenin sevinci, şükrü ve
bunun Allah nezdinde “mebrûr ve makbul bir hac” olmasına yönelik dua ve
niyazları vardır hacının dilinde ve gönlünde. Ziyaret tavafı ile hac tamamlandığı
için bu tavaf âdeta bir mühür hükmündedir.
Günlerdir devam eden iman, itaat, teslimiyet, ahlak ve ibadetin her
türlüsünün hem gönül hem dille; hem fiil hem bedenle ispat edilmeye çalışıldığı
çok yönlü bir operasyonun sonuç raporudur Ziyaret tavafı.
Hacı nihayet şeytanı yenmiş, nefsini dizginlemiş, günahlarından arınmış,
imanını ve ahdini yenilemiş, kalbini her türlü olumsuz duygu ve düşüncelerden
temizlemiş bir vaziyette “kabul edilmiştir” mührünü elde edebilme ümidiyle
yapar Ziyaret tavafı’nı.
“Hıtâmuhû misk/bitişi misk” olsun diye, yani sonuç, misk gibi güzel
olsun diye... Ziyaret tavafı’nda, artık “mebrûr/kabul olunmuş
bir hac” yapmış olduğu ümidi ile “bağışlandığı ve
annesinden doğduğu gibi tertemiz olduğu” inancı ile son
yakarışlarını yapar Kâbe’nin eteklerinde.
Artık her türlü kirden arınmış, iman, marifet,
bilinç, sevgi ve takva ile donanmış tertemiz bir kalp ile son tavaflarını
gerçekleştirir.
Veda tavafı, hacının, ahdine sadık kalacağı niyet ve düşüncesiyle Kâbe’ye
veda edişidir. Tekrar kavuşmak üzere gözyaşlarıyla ayrılıştır.
Her fani insanın ömrünün bitişi gibi, Allah’ın kendisine verdiği bu mukaddes
iklimdeki sayılı dakikaların da sonu geliverir bir gün.
Memleketine dönmeden evvel Kâbe ile vedalaşmak üzere yapacağı tavafa “Veda (Sader) Tavafı” denilir. Adı
üzerinde vedalaşma tavafıdır bu. Her vedada hüzün vardır. Özellikle kişinin,
sevdiğine veda etmesi çok zordur. Birkaç günlük “Rahmân’ın misafiri” olma
onuru sona ermiş ve huzurdan ayrılmanın zamanı gelip çatmıştır. Hacının kalbi,
birkaç hafta önce Kâbe’ye, huzura kavuşmanın heyecanı ile çarparken, şimdi bu
mukaddes zamandan ve mekândan ayrılmanın dayanılmaz hüznü ile çarpmaya başlar.
Hemen her hacı aynı şeyleri düşünür yapacağı Veda tavafında. Acaba Kâbe-i
Muazzama’ya bir kez daha kavuşmak nasip olacak mıdır? Dünyada Kâbe’ye kavuşma,
kabul edilme imkânı veren Allah, acaba âhirette de kendisini huzuruna kabul
buyuracak mıdır? Rabbimizin cennet ve cemaline kavuşmak mümkün olacak mıdır?
Acaba Kâbe ile gerçekleşen geçici ve sembolik vuslat, âhirette gerçek ve ebedî
vuslata dönüşecek midir? İşte bu duygu ve düşüncelerle, “beyne’l-havfi
ve’r-recâ” yani “endişe ile ümit arasında” Kâbe’ye veda eder. Günlerdir gözüyle
gördüğü Beytullah’ı, bundan sonraki hayatında gönlüyle görmek, hac esnasında edindiği
tecrübeyi gönül bağıyla sürdürmek üzere veda eder. Günlerdir kalbini verdiği
Kâbe’yi yüreğine yükleyerek döner memleketine.
Hacda takva ile donanmış olanlar bedenen ayrılsalar da, beş vakit
namazda hep Kâbe’ye yönelecekleri için aslında kalpleriyle ondan asla
ayrılmayacaklardır. Önemli olan hacının, kutsal iklimde kazandıklarını
kaybetmemesi ve bundan böyle verdiği söze aykırı bir hayat tarzına
sürüklenmemesidir.
Hira’da inziva ve vahiy
“Yaratan Rabbinin
adıyla oku!” (Alak, 96/1)
Hira Mağarası’nı veya Hira Mağarası’nın bulunduğu Nur Dağı’nı ziyaret
etmek, hacca ilişkin mecburî fiil ve davranışlardan değildir. Ancak hac yapan
bir Müslüman, Mekke-i Mükerreme’de bulunduğu sürece Hz. Peygamber’e (s.a.s.)
ilk vahyin geldiği Hira Mağarası’nın bulunduğu Nur Dağı’nı en azından uzaktan
defalarca seyredecektir. Nur Dağı, Kâbe’nin yaklaşık 5 km.
kuzeydoğusundadır.
Sevr’de Strateji ve Hicret

Hz. Peygamber, 35 yaşından itibaren bu dağda bulunan Hira Mağarası’nda
inzivaya çekilmeye, orada günlerce kalarak tefekkür etmeye başlamıştır. İlk
vahiyler olan Alak Suresi’nin ilk 5 ayeti böyle bir inziva esnasında burada
inmiştir.
Mutasavvıflar, onun Nur Dağı’ndaki itikâfını, Hz. Musa’nın Tur Dağı’ndaki
halvetiyle kıyaslar; inziva ve itikâfın önemini vurgulamak için Hira
tecrübesine işaret ederler. Hakikati arayış içerisinde olan Hz. Peygamber,
Cahiliyenin hüküm sürdüğü Mekke’nin hareketli hayatından uzaklaşıp, kendisini
dinleyebilmek, kâinat hakkında tefekkür edebilmek amacıyla geliyordu Hira’ya.
Orada inen ilk vahiylerle hem kendisini, hem de Rabbini bulmuştu; Kur’an’la
buluşmuştu. “Oku!” demişti Cebrail, “Yaratan Rabbinin adıyla oku!” (Alak, 96/1)
O günkü Mekke’ye nispeten çok daha yoğun ve yorucu bir hayatın içinde olan
hacı, Hz. Peygamber’in bu inzivasına benzer bir inziva tecrübesini belki de hiç
yaşamamıştır. Modern zamanların dayattığı yüksek tempolu hayatında “inziva” ve “tefekkür” kavramları belki de hiç yer almamıştır. Doğrusu ne
kendini dinlemeye, ne hakikati düşünmeye, ne de Allah’ın gönderdiği Kur’an’la
baş başa kalmaya yeterli zamanı olmamıştır. Namaza ayırdığı kısa zaman
dilimlerinin dışında, belki de kâfi derecede zaman ayıramamıştır kendini ve
Rabbini tanımaya. Yaşadığı hayat, ister istemez sürekli uzaklaştırmış ve
yabancılaştırmıştır onu Hira’nın armağanı Kur’an’dan ve vahyin öğretilerinden.
Birçokları için bu ve buna benzer gerçekleri düşünebilmesi için hac süreci, en
değerli zaman dilimidir. Ve Hira, bu gerçekle yüzleşmenin bir anlık da olsa
düşünüldüğü, hatırlandığı yerdir. Hz. Peygamber’i vahiyle buluşturan Hira,
hacıyı da Allah’ın Kitabıyla buluşturmalıdır. Hz. Muhammed’in hayatını
değiştiren Hira’nın Kitabı, hacının da hayatını değiştirmeli, ona da hayat
vermelidir.
Hira’yı anlamak, vahyi
anlamak; Kur’an’la yeniden buluşmaktır. Hira, hakikati arayan için
inzivaya ve tefekküre olan ihtiyacı hatırlamaktır. Hira, aradığını bulmak,
bulduğunu almak, aldığını uygulamaktır. Hira, hakikattir; Hira hayattır.Sevr’de Strateji ve Hicret
“Hani o ikisi mağarada iken arkadaşına: ‘Üzülme!
Allah bizimle beraberdir!’ diyordu.” (Tevbe, 9/40)

Allah Resûlü, her zaman olduğu gibi, bu seferinde de her türlü tedbiri almıştı.
Yol arkadaşı olarak Hz. Ebû Bekir’i seçmiş, ücretini ödeyerek onun devesini de
satın almıştı. Yol için gerekli yiyeceği ve suyu hazırlamışlar, kılavuz
tutmuşlar, arkalarında bıraktıkları izleri kapatması için bir davar sürüsü
ayarlamışlar ve Mekke’den günlük haber getiren bir haberci kullanılmışlardı.
Bütün bu tedbirlerden sonra Sevr Dağı’nın zirvesindeki birkaç kayanın üzerini
kapattığı, üç tarafı insan girebilecek kadar açık olmasına rağmen mağarayı
andıran büyükçe bir kayanın altına gizlenmişlerdi. Ancak her tarafta onları
arayan müşrikler üç gün sonra mağaranın ağzına kadar gelmişlerse de, Allah bu
iki hicret yolcusunu korumuştu. Kur’an bu sahneyi şöyle anlatmaktadır:
“Hani,
o ikisi mağarada iken arkadaşına: ‘Üzülme! Allah bizimle beraberdir’ diyordu.
Tam o sırada Allah ona serinkanlılık lûtfetti ve onu sizin görmediğiniz
ordularla destekledi. Kâfirlerin planını da alaşağı etti...” (Tevbe, 9/40)
Buradan anlaşılıyor ki Hz. Ebû Bekir, müşriklerin Hz.
Peygamber’e bir zarar vermesinden korkmuş, Peygamberimiz ise Allah’ın
kendileriyle beraber olduğunu hatırlatarak onu teskin etmişti. Gerçekten de
Yüce Allah, bu kadar tedbiri aldıktan sonra kendisine tevekkül etmekten başka
çareleri olmayan bu iki kulundan yardımını esirgememişti. Nihayetinde müşrikler
mağaranın ağzından geri dönmüş ve ardından kutsal hicret yolculuğu Medine’ye
doğru devam etmişti.
Sevr’i anlamak, Hz. Peygamber’i doğru anlamakla mümkündür. Her
yönüyle “güzel
bir örnek olan” Allah Resûlü (Ahzâb, 33/21),
suikastçılardan korunmak için, gayet yerinde bir strateji uygulayarak
bu konuda da örnekliğini göstermiştir. Mekke şartlarında yaşayan herhangi bir
insanın yapması gerekenleri yapmıştır; alması gereken tedbirleri almış,
eskilerin tabiriyle “esbaba tevessül etmiş”, ondan sonra “Allah bizimle
beraberdir” diyerek tevekkül etmiştir. “Nasıl olsa Allah beni
korur” diye devesine binip doğruca Medine yoluna koyulmamış, ters yöne
gidip, Sevr’de üç gün gizlenerek müşrikleri yanıltmıştır. Dikkat edilirse bu
yolculukta Allah’ın yardımı tam zamanında yetişmiştir. Zaten, kendisine iman
edenlere Allah’ın da yardım etmesi, O’nun değişmez bir kanunudur.
Sevr’i anlamak; sünneti, hikmeti, basireti, tedbiri,
tevekkülü, Allah’ın yolunda olmayı ve Allah’ın yardımını anlamakla mümkündür.
Tedbir almadan tevekkül etmek nasıl doğru değilse, esbaba tevessül etmeden,
gerekli tedbirlere başvurmadan ilahî yardımı beklemek de doğru değildir. Kısaca
Sevr, sünneti ve stratejiyi anlamak demektir. Ve hacı, Sevr’in zirvesinde
bunları yeniden anlamaya çalışmalıdır.
Hac yolculuğuna çıkmadan önce yapılması
gereken işlemler
1- Bütün günahlardan tövbe edilerek Allah’a sığınılmalıdır.
2- Kul hakları ve borçları varsa ödenmelidir.
3- Hac için gerekli olan masraflar helal kazançtan temin edilmelidir.
4- Kendisine yardım edecek ve iyiliği seven salih bir arkadaş edinmelidir.
5- Kendi kendine şunları taahhüt etmelidir:
1- Bütün günahlardan tövbe edilerek Allah’a sığınılmalıdır.
2- Kul hakları ve borçları varsa ödenmelidir.
3- Hac için gerekli olan masraflar helal kazançtan temin edilmelidir.
4- Kendisine yardım edecek ve iyiliği seven salih bir arkadaş edinmelidir.
5- Kendi kendine şunları taahhüt etmelidir:
6- Kesinlikle günah işlememek
7- Hz. Muhammed (s.a.v)’in sünnetine sıkı bir şekilde sarılmak.
8- Haccını Allah için yapmakta
samimi, bütün maksadı ve niyeti Allah rızası için olmalıdır.
9- İbadet için vakit ayırmalıdır
10- Kavga, düşmanlık ve münakaşa etmemeli,
bedenini bütün Müslümanlara tasadduk etmelidir. Tabiinden biri hacca niyet
ettiğinde şöyle demiştir: “Bedenimi bütün Müslümanlara tasadduk ettim.” Bunun
anlamı; hac ibadeti esnasında bedenimin maruz kaldığı itilme, vurulma ve
benzeri diğer ameller sadakadır.
Yolculukta Müstehap Olan Şeyler ve
Dualar:
1- Yolcunun aile, akraba ve tanıdıklarına veda etmesi
sünnettir.
2- Yolcu, kendini uğurlayanlara şöyle dua eder: “Sizi emanetini
kaybetmeyen Allah’a emanet ediyorum”. (İstevdeakumu’l-lâhu ellezî lâ tedıy’u
vedaiahu.)
3- Mukim olan yolcuya şöyle dua
eder: “Dinini, emanetini ve kalan işlerini Allah’a emanet et, Allah’ın
korumasında ve himayesinde ol, Allah takvanı artırsın, günahlarını affetsin ve
yöneldiğin her yerde hayra yöneltsin”. (İstevdeallahu diynike ve emenetike ve
havâtimu amelike fî hıfzillahi ve kenfihi nuzevvideke’l-lâhu et-tegvâ ve ğufira
zenbike ve vechike lilhayri haysümâ teveccihetü.)
4- Yola çıkmadan önce iki rekat yolculuk namazı kılması
müstehap olur. Birinci rekatta Fatiha’dan sonra Kafirun suresi, ikinci rekatta
da yine Fatihadan sonra İhlas suresi okunur. Namazı tamamladıktan sonra ise
Ayetel Kürsi okunur.
5- Evinden çıkarken şöyle dua eder: “Allah’ın adı ile Allah’a tevekkül
ettim. Allahım! Delalete düşmekten veya düşürülmekten, ayağımın kaymasından
veya kaydırılmasından, zulmetmekten veya zulme uğramaktan, cahillik
(saygısızlık) etmekten veya saygısızlığa uğramaktan sana sığınırım.”
(Bismillahi tevekkeltü alallahi lâ havle velâ kuvvete illa billah. Allahumme
inni eûzubike en adılle ev udılle ev ezille ev uzille ev azlime ev uzlime ve
echele ev yuchele alayye)
6- Arabaya bindiği zaman üç defa
“Allahu ekber, Allahu ekber, Allahu
ekber” diyerek tekbir getirdikten sonra da şu duayı okur: “Bu binekleri bizlere
tahsis eden Allah her şeyden münezzehtir. Eğer Allah bunları bizim hizmetimize
vermeseydi, bizler buna güç yetiremezdik. Şüphesiz en sonunda da dönüş
Rabbimize’dir. Allahım! Bu yolculuğumuzu bize kolaylaştır ve uzağını yakın
eyle. Allahım! Seferde yoldaşım, malımın ve ailemin halifesi Sen’sin. Allahım!
Yolculuğun meşakkatinden, kötü görünümden, malıma ve aileme kötü bir dönüşle
dönmekten Sana sığınırım.” (Subhanellezi sehhare lenâ hâzâ vema kunnâ lehu
mukarriniyne ve inna ila rabbinâ lemungalibun. Allahumme hevvin aleyna seferuna
hâzâ ve atvi’ anna bu’dehu. Allahumme ente sahib fissefer ve haliyfe filmâl ve
el-ehl. Allahumme innî euzubike min viasâe es-sefer ve kâabbetu’l-manzar ve suul
mungaleb filmâl ve el-ehl)
Daha sonra Ayete’l-Kürsi, İhlas, Felak ve Nas sureleri okunur.
Genel Tavsiyeler :
1- Haccetmek için borç almaktan kaçınınız. Çünkü hac, yoluna gücü
yetenlere farzdır.
2- Amelleri bozacak veya sevabını
azaltacak herhangi bir duruma fırsat vermemek için hac ibadetinin nasıl
yapılacağını öğrenmeye çalışınız. Gücün yettiği ve durumların müsait olduğu
müddetçe Resulüllah (s.a.v)’in sünnetini yerine getirmeye çalışınız.
3- Harameyn halkına karşı iyilik ve yumuşaklıkla davran. Sakın onlara
sert ve kaba davranma. Çünkü Mekke halkı Allah’ın Evi’nin, Medine halkı da
Resulüllah (s.a.v)’in komşusudur. İnsanların ne yaptığını takip etmeyi bırakıp
kendi amellerine ve ibadetine önem ver. Bazı Müslümanların cahilliklerinden
dolayı tuhaf ameller yaptığını görürsün. Bunları sabır ve yumuşaklıkla çözmeye
çalış. Çünkü böyle davranmak yüce ahlâkın alametlerindendir.
4- Günah işlemeye, kavga ve dövüş etmeye karşı kendini koru.
5- Tavaf, sa’y ve diğer ibadetlerde kalabalıktan ve insanlara eziyet
vermekten kaçın.
6- Kalabalığın çok olduğu Tavaf, Sa’y ve Arafat gibi yerlerde kadınlara
dokunma ve sürtünmekten kaçın.
7- Bazı ibadetlerin sebebini kendine veya başkasına sorma. Kendini
Allah’a teslim etmeye çalış.
Hac, zaman olarak hicrî takvime göre “hac ayları” denilen Şevval ve Zilkâde ayları ile Zilhicce ayının ilk on gününde yapılan bir ibadettir.
Kelime anlamı itibariyle ziyaret etmek anlamına gelen “umre” ise,
belirli bir zamana bağlı olmaksızın ihrama girerek Kâbe’yi tavaf etmek, Safâ
ile Merve arasında sa’y yapmak ve tıraş olup ihramdan çıkmak demektir.
“İfrad haccı” umresiz yapılan hacdır. Hac ayları içinde,
hacdan önce umre yapmaksızın hac niyetiyle ihrama girilir ve yalnızca hac
yapılırsa, İfrad haccı yapılmış olur.
“Temettu haccı” hac ayları içinde önce umre yapıp ihramdan
çıktıktan sonra yeniden hac için ihrama girerek yapılan hacdır.
“Kıran haccı” ise, hac ayları içinde umre ve hacca birlikte
niyet edilerek ikisini aynı ihramla yapmaktır.
Ülkemiz
hacılarının çoğu Temettü haccını tercih ettikleri için burada
haccın anlatımında Temettü haccı esas alınarak, sonra
da Kıran haccı ve İfrad haccının farklarına kısaca
anlatılmıştır. Hac, zaman olarak hicrî takvime göre “hac ayları” denilen Şevval
ve Zilkâde aylarından itibaren başlanabilirse de, ulaşım imkânlarının
kolaylaştığı günümüzde genellikle Zilhicce ayının ilk on gününde hac
görevi yerine getirilmektedir. Hac, İfrad, Temettu ve Kıran haccı olmak üzere
üç şekilde yapılmaktadır.
Çok kısa olarak
özetlersek;
Mîkât’ta İhram: Gusledip, İki rekât ihram namazı kılınır. Umre için niyet edilir ve telbiye ile ihrama girilir.
Umre Tavafı: Mescid-i Haram’a ulaşınca ilk önce
Umre Tavafı yapılır. Hacer-i Esved selamlanarak başlanır. İlk üç şavtta sağ
omuz açık bir şekilde çalımlı yürünür (ıztıba ve remel). Kâbe yedi kez tavaf
edilir, iki rekât tavaf namazı kılınır.
Safa-Merve’de Sa’y: Safa Tepesi’nden Kâbe’ye yönelerek
başlanır, tekbir ve tehlille yürünür. Yeşil ışıklı sütunlar arasında koşar gibi
(hervele) yapılır. Dört defa Merve’ye gidilir, üç defa gelinir. Merve’ye
dördüncü varıştan sonra tıraş olunur ve ihramdan çıkılır.
Terviye Günü: Sabahtan gusledip hac için ihrama
girilir. Sabah namazından sonra, Mekke’den Mina’ya intikal edilir. Mina’da öğle
dahil beş vakit namaz da orada kılınır. Güneş doğduktan sonra Arafat’a hareket
edilir. (istenirse nafile olarak Kâbe tavaf edilebilir haccın sa’yi de yapılır)
Arife Günü: Öğle ve ikindi namazları cem-i takdim
ile kılınır, telbiye, tekbir, tehlil, zikir, tövbe, istiğfar ve dualarla vakfe
yapılır. Güneş battıktan sonra Müzdelife’ye intikal edilir. Akşam ile yatsı
namazları cem-i tehirle kılınır. Cemreler için taş toplanır. Bol bol dua ve
zikir edilir, dinlenilir.
Bayram’ın 1. Günü: Sabah namazından
sonra hava aydınlanıncaya kadar dualarla Müzdelife’de vakfe yapılır. Güneş
doğmadan Mina’ya hareket edilir. Uygun bir zamanda Mina sağa, Kâbe sola
alınarak Akabe Cemresi’ne yedi taş atılır. Hedy Kurbanı kesilir veya
kestirilir, ardından tıraş olunup ihramdan çıkılır. Mekke’ye giderek Ziyaret
Tavafı yapılır. Terviye Günü haccın sa’yi yapılmamışsa, sa’y yapılır. Tekrar
Mina’ya dönülerek orada kalınır (veya Mekke’de) gecelenir.
Bayram’ın 2. ve 3. Günü: Uygun zamanlarda sırasıyla Küçük,
Orta ve Akabe Cemrelerine yedişer taş atılır. İlk ikisine taş attıktan sonra
uygun bir yerde dua edilir. Bayramın dördüncü günü tanyeri ağarana kadar
Mina’dan ayrılmamış olanlar, tanyerinin ağarmasından itibaren güneş batıncaya
kadar her üç cemreye 7’şerden toplam 21 adet taş daha atarlar. Tanyeri
ağarmadan Mina’dan ayrılanların bu günün taşlarını atmaları gerekmez.
Veda Tavafı: Mekke’den ayrılmadan evvel son kez
tavaf yapılıp, Makam’da iki rekât namaz kılarak Kâbe’ye veda edilir.
Geniş Anlamda Temettü Haccın yapılışı;
Hava yoluyla doğrudan Mekke’ye gidecekler, uçağa binmeden önce hava
limanında ihrama girerler. Önce Medine’ye gidenlerin ise, hava limanlarında
ihrama girmeleri gerekmez. Onlar sonradan Mekke’ye giderken Medine’ye yaklaşık
10 km. mesafedeki Zülhuleyfe mîkât mahallinde ihrama girerler.
1. İhram :
İhrama girmeden önce genel bir vücut temizliği yapılır. Tırnaklar kesilir,
gerekiyorsa koltuk ve kasık altı temizliği yapılır, saç ve sakal düzeltilir ve
mümkünse gusledilir, değilse sadece abdest alınır. Bu gusül, temizlik amacıyla
yapıldığı için özel durumda olan bayanlar da gusledebilirler.
Erkekler, iç çamaşırları dahil olmak üzere normal giysilerini
çıkarır, sadece “izâr” ve “ridâ” denilen iki
parça ihram örtüsüne bürünürler. Bunların beyaz renkli ve yeni olması uygundur.
Başlarını açık tutarlar, çoraplarını ve ayakkabılarını çıkarır, ayaklarına
terlik ve benzeri şeyler giyerler. Bayanlar ise, normal
kıyafetlerini değiştirmezler. Çorap, ayakkabı ve eldiven giyebilirler.
Yüzlerini açık bırakarak başlarını örterler.
Şayet, mekruh bir vakit değilse, iki rekât “ihram namazı” kılınır.
Namazın ilk rekâtında Fâtiha’dan sonra “Kâfirûn”, ikinci rekâtında “İhlâs” surelerinin
okunması güzel olur. Namazdan sonra niyet edilmesiyle ve
telbiyenin söylenmesiyle ihrama girilmiş olur.
a- Niyet
“Niyet”, kişinin, yapacağı hacca zihnen karar vermesidir. Temettu
haccı yapacak kişi ilk önce umreye niyet eder. Niyetin “Allah’ım!
Senin rızan için umre yapmak istiyorum. Bunu kolaylaştır ve kabul eyle.” şeklinde
dil ile söylenmesi de güzel olur. Niyet edildikten sonra Telbiye söylenir.
b- Telbiye
“Lebbeyk Allâhümme lebbeyk! Lebbeyke lâ şerîke leke lebbeyk! İnne’l-hamde
ve’n-ni’mete leke ve’l-mülk, lâ şerîke lek!”
“Buyur Allah’ım buyur! Emrindeyim buyur! Senin asla ortağın yoktur.
Emrindeyim buyur! Şüphesiz hamd sana mahsustur. Nimet de senin, mülk de
senindir. Senin asla ortağın yoktur.” anlamına gelen telbiye, daha önce de
belirttiğimiz üzere, bütün benliği ile yüce davete icabet edip hacca geldiğini
ikrar etmektir.
Bu arada belirtmeliyiz ki, özel hâllerinde bulunan kadınlar, Mekke’ye varış
durumlarına göre şayet âdetleri bitmeden Arafat’a çıkmak zorunda kalacaklarsa
İfrad haccına niyet etmelidirler.
c- İhram Yasakları
İhrama girildiği andan itibaren ihramdan çıkıncaya kadar “ihram
yasakları” olarak ifade edilen bir dizi fiil ve davranıştan uzak
durulması gerekmektedir. Başlıcaları;
Başkalarına zarar vermek, kavga etmek, sövmek, kötü söz ve davranışlarda
bulunmak, Harem denilen bölgenin (Mekke ve çevresinin) bitkilerini kesmek,
koparmak. Erkeklerin ihram örtülerinin dışında elbise giymeleri, başlarını ve
yüzlerini örtmeleri, Eldiven, çorap, ayakkabı giymeleri. Tırnak kesmek, saç
sakal tıraşı olmak, vücudun herhangi bir yerindeki kılları koparmak veya
kesmek; saç sakal ve bıyıkları yağlamak, boyamak, oje ve ruj kullanmak, vücuda
veya ihram örtüsüne koku sürmek ve parfüm kullanmak; eşiyle ilişkiye girmek
veya buna yol açacak davranışlarda bulunmak, şehevî duyguları tahrik edici
şeyler konuşmak... Bütün bunlar ihramlı için yasaktır.
Bu yasaklara uymayanların, yasağın durumuna göre birtakım cezalar ödemeleri
gerekir. Bu cezalar, en hafifinden en ağırına doğru bir miktar sadaka
vermekten, yapılacak haccın iptal olmasına kadar uzanır ki, ihtiyaç durumunda
bu hususlar, ilgili kitaplardan veya din görevlilerinden öğrenilmelidir.
d- İhramlı İken Yasak Olmayan Bazı Fiil ve Davranışlar
İhramlının yıkanması, kokusuz sabun kullanması, diş fırçalaması(Kokusuz macun olmalı), diş
çektirmesi, kırılan tırnağı ve zarar veren bir kılı koparması, kan aldırması,
iğne yaptırması, yara üzerine sargı sardırması, kol saati, yüzük ve bilezik
takması, kemer kullanması, omuza çanta asması, yüzü ve başı örtmeden üzerine
battaniye, pike ve benzeri şeyler alması, palto ve benzeri giysileri
giymeksizin omzuna alması yasak değildir.
2. Kutsal İklime Giriş :
İhrama giren hacı
adayları telbiye, tekbir,
tehlil ve salâvât-ı şerîfe söyleyerek ve samimiyetle dua ederek
yola devam ederler. Mekke’ye vardıklarında kutsal iklime ulaştıklarından dolayı
Yüce Allah’a şükrederler.
Mekke’de otele
yerleştikten sonra kafilenin programı doğrultusunda telbiye ve tekbir getirerek
Harem-i Şerif’e giderler. Tavafa
başlamadan evvel telbiyeyi kesip, tekbir, tehlil ve duaya devam ederler.
Daha sonra Umre Tavafı’nı yaparlar.
Mescid-i Haram’da çokça namaz kılarak (burada kılınan namaz yüz bin namaza
denktir) Yapabildiği kadar çok tavaf eder. Çünkü âfakiler (yabancılar)
için Mescid-i Haram ’daki en faziletli ibadet tavaftır.
3. Tavaf :
Tavaf, Hacer-i Esved köşesi hizasından başlayarak usulüne göre Kâbe’nin
etrafında ibadet kastıyla yapılan yedi dönüşten (şavt) oluşmaktadır.
Tavafa başlamadan önce erkekler, vücudun üst kısmına örtülen peştamalın bir
ucunu sağ koltuk altından geçirerek sol omuza atıp, sağ kolu omuzla birlikte
açıkta bırakırlar ki, buna ıztıba denir. Bu, sadece peşinden Sa’y yapılacak
tavaflarda söz konusudur. Tavaf bitince omuz kapatılır.
Temettü haccına niyet eden bir kişi ilk önce Umre Tavafı yapar. Bunun için
Hacer-i Esved hizasına gelmeden: “Allah’ım! Senin rızan için Umre
Tavafı yapmak istiyorum. Bunu kolaylaştır ve kabul eyle.” diye niyet
eder.
Kâbe kişinin sol tarafında kalacak şekilde Hacer-i Esved hizasına doğru
gidilir; bu esnada tekbir, tehlil getirilir ve dua edilir. Hacer-i Esved
hizasına varılınca eller, içleri Kâbe’ye doğru olacak şekilde namaza durur gibi
omuz veya kulak hizasına kadar kaldırılıp “Bismillâhi Allahu Ekber” denildikten
sonra Hacer-i Esved istilam edilir yani selamlanır.
Aslında istilam, elleri Hacer-i Esved’in üzerine koyup onu öpmek demek ise de,
hac mevsiminde bu mümkün olmamaktadır. Bu sebeple Hacer-i Esved’e uzaktan elle
işaret edilir. İstilam sırasında durup beklenmemelidir. Çünkü tavafın akışı
içinde Hacer-i Esved’i istilam için bekleyenler izdihama neden olmakta,
dolayısıyla insanları beklettikleri için üzerlerine kul hakkı geçmektedir.
Hacer-i Esved’i istilam etmek sünnet, başkalarına eziyet etmek ise, haramdır.
Sünneti yerine getireceğim diye insanlara sıkıntı vermekten ve böylece haram
işlemekten sakınılmalıdır.
Tavafa başlarken ve her şavtın başında çeşitli dualar okunur. Bu dualar
okunmasa da tavaf geçerlidir. Ancak tavafın Kur’an tilâveti, dua ve
zikirle yapılması daha güzel olur. Tavafın, “Hatim”in yani
Kâbe’nin kuzey tarafındaki yarım daire şeklindeki duvarın dışından yapılması
gerekir. İlk üç şavtta erkekler kısa adımlarla koşar gibi çalımlı yürür ki,
buna “remel” denilmektedir. Remel, sadece arkasından sa’y yapılacak
tavaflarda yapılır.
İstilamın Yapılışı; Hacer-i Esved'in hizasına varılınca
eller, içleri Kâbe'ye doğru olacak şekilde namaza durur gibi omuz veya kulak
hizasına kadar kaldırılıp "Bismillahi
Allahu Ekber" denildikten sonra Hacer-i Esved "istilam" edilir.
İstilam da şu dua okunur. ”Bismillahi Allahü Ekber, Allahümme imanen bike ve tasdiken bi kitabike ve
vefaen biahdike ve’t-tibaan li- sünneti nebiyyike sallallahü aleyhi ve sellem.”
(Allah’ın adıyla. Allah büyüktür. Allahım! Sana iman ederek kitabını tasdik,
ahdine vefa ve peygamberinin sünnetine uyarak bu işi yapıyorum.) denir
Tavaf esnasında dua edilir, tekbir ve tehlil getirilebilir. Tövbe ve istiğfarda bulunulur. Yüce
Allah zikredilir, Kur’an okunur. Özellikle de Kur’an’da yer alan dua
ayetlerinin okunması güzel olur.
Tavaf esnasında bağırarak dua etmek uygun değildir. Bu durum, orada huşû
içinde tavaf yapan diğer insanları rahatsız edebilir. Önemli olan duanın
içtenlikle yapılmasıdır. Zira Hz. Peygamber’in de buyurduğu üzere, kul olarak
bizler sağır ya da uzaktaki bir kimseye değil, yanı başımızdaki ve her şeyi işiten
Rabbimize dua etmekteyiz.
Yemen köşesine gelindiğinde, bu köşenin de selamlanması güzel olur. Yemen
köşesi ile Hacer-i Esved köşesi arasında Rabbena Duları okunur “Rabbimiz! Bize dünyada
iyilik ver. Âhirette de iyilik ver. Bizi cehennem azabından koru. İyilerle
birlikte bizi de cennete koy. Ey mutlak güç sahibi! Ey günahları çok
bağışlayan! Ey âlemlerin Rabbi!” duası okunur.
Böylece Hacer-i Esved köşesinden başlayan 360 derecelik ilk dönüş, tekrar
Hacer-i Esved köşesi hizasına varılınca tamamlanmış olur. Beklemeden tekrar
Hacer-i Esved selamlanarak ikinci şavta devam edilir. Diğer şavtlar da aynı
şekilde yapılır ve yedinci şavtın sonunda Hacer-i Esved tekrar istilam edilerek
tavaf bitirilir. Sonra -izdihama neden olmamak kaydıyla Makam-ı
İbrahim’in arka taraflarında iki rekât tavaf namazı kılınır. Ancak
Makam’ın müsait olmaması durumunda tavaf namazı uygun olan bir yerde de
kılınabilir. Kerahet vakti değilse, tavaf namazının tavafın hemen
peşinden kılınması uygundur.
Tavaf, kesintisiz olarak yapılır. Tavaf sırasında farz namaz için kamet
getirilmesi, abdestin bozulması, ya da tavafı kesmeyi gerektiren başka bir
mazeretin ortaya çıkması gibi durumların dışında tavafa
ara verilmemelidir. Tavaf namazından sonra Mültezem karşısında
dua edilir ve zemzem
içilir.
4. Sa’y :
Sa’y yapacak kişi, Hacer-i Esved’i istilam ederek Safâ tepesine yönelir.
Safa Tepesinde, Kâbe’ye dönerek; “Allah’ım! Senin rızan için umre Sa’yini
yapmak istiyorum. Bunu kolaylaştır ve kabul eyle.” diye niyet
ederek tekbir, tehlil, salavat okur ve içtenlikle dua eder.
Sonra Merve tepesine doğru yürüyerek sa’yin ilk şavtına yine tekbir, tehlil ve
dualarla başlar.
Yeşil ışıklı direklerin arasında, erkekler koşar
adımlarla yürür ki, buna “hervele” denilmektedir. Yeşil direkler
arasında her gidiş ve gelişte: “Rabbim! Günahlarımızı bağışla. Bize
merhamet et. Bize ikram et. Bizim bildiğimiz ve bilmediğimiz bütün
kusurlarımızı biliyorsun, bunları affet. Çünkü sen, mutlak güç, kerem ve ihsan
sahibisin.” diye dua eder.
Hacı, Merve’ye varınca
bir şavtı tamamlamış olur. Burada da yine Kâbe’ye yönelerek tekbir,
tehlil ve salavat-ı şerife getirir, dua eder. Sonra Merve’den
Safâ’ya doğru yürür. Safâ’ya varınca ikinci şavt tamamlanmış olur. Diğer
şavtlar da aynı şekilde yapılır. Yedinci şavt tamamlandıktan sonra Merve’de
Kâbe’ye karşı dönerek dua edilir.
5. Tıraş
Olup İhramdan Çıkma :
Saçlar tıraş edilmek suretiyle ihramdan çıkılır. Erkekler saçlarını ya tamamen
tıraş eder ya da kısaltırlar. Kadınlar ise saçlarının ucundan parmak ucu
uzunluğundan daha az olmayacak miktarda keserler. Tıraş olduktan sonra umre
ihramından çıkılmış olur.
İhramdan çıkma aşamasına gelmedikçe ihramlılar, kendilerini de bir başkasını
da tıraş edemezler. Bu aşamaya gelmiş ihramlı kimseler ise, birbirlerini tıraş
edebilirler.
Bundan sonra Temettü haccı yapanlara, hac için tekrar ihrama girinceye
kadar ihram yasakları kalkar. Kıran ve İfrad haccına niyet edenler ise,
ihramlı kalmaya devam ederler.
Temettü haccına niyet etmiş olanlar böylece umrelerini bitirip ihramdan
çıktıktan sonra, hac için ihrama girinceye kadar Mekke’de ihramsız olarak
kalırlar.
Hacılar aşırı
izdihamın olmadığı günlerde beş vakit namazlarını Harem-i Şerîf’te kılmaya ve
fırsat buldukça bol bol nafile tavaf yapmaya özen gösterirler. Harem-i Şerîf’te
Kur’an okumaya gayret ederler. Uzaktan gelenler nafile namaz yerine, nafile
tavaf yaparlar. Zamanlarını iyi değerlendirirler, Mescid-i Haram’da gereksiz
sohbetlere dalmazlar.
6. Hac İçin İhrama Giriş ve Arafat’a Çıkış :
Mescid-i Haram’da hac için ihrama girilir. (Kaldığımız yerde / hotelde de ihrama girilebilinir). Sabah namazından sonra Mina’ya hareket edilir. Mina'da öğle, ikindi, akşam, yatsı ve zilhiccenin dokuzuncu gününün sabah namazı kılınır.
Mescid-i Haram’da hac için ihrama girilir. (Kaldığımız yerde / hotelde de ihrama girilebilinir). Sabah namazından sonra Mina’ya hareket edilir. Mina'da öğle, ikindi, akşam, yatsı ve zilhiccenin dokuzuncu gününün sabah namazı kılınır.
Temettü haccı yapanlar uygulamada, genellikle Terviye günü yani
Zilhicce’nin 8. günü hac için ihrama girerler. Dolayısıyla o gün geldiğinde Mekke'de kaldığımız hotellerde ihram için ön hazırlıklar yapılır. Kerahet vakti değilse, iki
rekât ihram namazı kılınır.
Sonra “Allah’ım! Senin rızan için hac yapmak istiyorum. Bunu
kolaylaştır ve kabul eyle” diye niyet edilir. Arkasından Telbiye getirilerek
hac için ihrama girilir. Böylece tekrar ihram yasakları
başlamış olur.
Hac için ihrama girildikten sonra, nafile bir tavafın ardından haccın Sa’y
ı yapılabilir. Sonunda Sa’y yapılacağı için bu nafile tavafta ıztıba ve remel
yapılır yani sağ omuz açık bir şekilde çalımlı yürünür. Haccın sa’y ını bu
şekilde önceden yapanlar, artık Ziyaret tavafından sonra sa’y yapmazlar. Fakat
sünnete uygun olan, haccın sa’y ının Ziyaret tavafından sonra ve ihramsız
olarak yapılmasıdır.
Bu şekilde ihrama girildikten ve arzu edildiği takdirde haccın sa’y ı
yapıldıktan sonra kafile ile birlikte Arafat’a hareket edilir.
Sünnete uygun olanı, Zilhicce’nin sekizinci
günü yani Terviye günü sabah namazını Mekke-i Mükerreme’de kıldıktan sonra
Mina’ya hareket etmek ve Arife gecesini Mina’da geçirmektir. Bu takdirde
Arafat’a çıkmadan önce Mina’da beş vakit namaz kılınmış olur. Buna göre Arife
günü sabah namazını Mina’da kıldıktan sonra Arafat’a hareket edilir. Fakat günümüzde
izdiham sebebiyle bazı organizasyonlarda Terviye günü doğrudan Arafat’a
çıkılmakta ve Arife gecesi Arafat’ta geçirilmektedir. Arafat’a intikal
esnasında telbiye, tekbir, tehlil, salavat getirilir ve bol bol dua edilir. Bu
mübarek günlerin bereketinden olabildiğince yararlanılmaya çalışılır.
Arafat’a ulaşılınca çadırlara yerleşilir. Hacı adayı bir süre istirahat
ettikten sonra bütün varlığı ile Allah’a yönelip gönülden dua eder;
telbiye, tekbir ve tehlil getirir. Kur’an okur, namaz kılar, günahlarına tövbe
ederek gözyaşı döker, zikir ve tesbihle meşgul olur. Zeval, yani öğle vaktine
kadar böylece ibadet etmeye devam eder.
7. Arafat:
Sabah namazından sonra Arafat’a hareket edilir. Arafat’a
varılır. Öğle ve ikindi namazları cemi takdim ile öğle namazı vaktinde kılınır. Güneş
batıncaya kadar çokça dua ve zikir yapılır. Güneş battıktan sonra
Arafat’tan Müzdelife’ye dönülür. Akşam ve yatsı namazları cemi
tehir ile yatsı namazı vaktinde Müzdelife’de kılınır.
Arafat, her türlü ayrımcılığın yasaklandığı; can, mal, akıl, nesil, ırz, namus ve şeref güvenliği, inanç özgürlüğü, kadın hakları gibi temel insan haklarının ve evrensel ilkelerin bütün insanlığa armağan edildiği eşitlik günüdür.
Öğle vaktine kadar çadırlarda ibadetle meşgul olarak bu mübarek mekânın ve
zamanın feyzinden ve bereketinden azami derecede istifade etmeye çalışan hacı
adayı, öğleye doğru namaz için hazırlık yapar.
Öğle ezanı okunduktan sonra sünnet gereği, öğle ve ikindi namazları
birleştirilerek (Cem-i takdîm ile) şöyle kılınır:
Önce öğlenin ilk sünneti kılınır. Sonra kamet getirilerek öğlenin farzı eda
edilir. Selam verildikten sonra Teşrik Tekbiri getirilir. Arkasından tekrar
kamet getirilerek ikindinin farzı kılınır. Selamdan sonra Teşrik Tekbiri
getirilir. Böylece öğle ve ikindi namazı bir ezan ve iki kametle eda edilmiş
olur. Öğle ve ikindi namazları birleştirilerek kılındığında, bu iki farz namaz
arasında başka namaz kılınmaz. Bu sebeple öğlenin son sünnetiyle ikindinin sünneti
terk edilir.
Namazdan sonra haccın en önemli rüknü olan Arafat vakfesi yapılır. Arafat
vakfesi, bu süre içinde Arafat sınırları dahilinde ihramlı olarak bulunmakla
gerçekleşir. Arafat vakfesi’nin zamanı, Zilhicce’nin dokuzuncu günü, yani Arife
günü öğleyin güneşin tepe noktasına gelip Batı’ya meyletmeye başladığı andan
(Zeval vaktinden), bayramın birinci günü “fecr-i sadık” dediğimiz tan yerinin
ağarmaya başladığı ana kadarki süredir. Bu süre içinde bir an orada bulunan
kimse vakfe farzını yerine getirmiş olur.
Uygulamada genellikle öğle ve ikindi namazları birleştirilerek kılındıktan
sonra vakfe için ayağa kalkılarak kıbleye dönülür ve birlikte dua
edilir. Arafat duasının ayakta yapılması müstehabdır. Vakfe esnasında telbiye,
tekbir, tehlil, tesbih ve salavat getirilir. Tövbe, istiğfar ve dua edilir.
Esas olan herkesin içinden geldiği gibi dua etmesidir. Ancak uygulamada
genellikle Arafat duası okunur ve cemaat olarak herkes bu duaya katılır. Bir
süre bu şekilde vakfe yapılıp bol bol dua edildikten sonra hacılar Arafat’tan
ininceye kadar kalan süreyi yine ibadet, dua ve zikirle değerlendirmeye
çalışırlar.
Güneşin batmasıyla
birlikte Arafat’tan Müzdelife’ye doğru hareket başlar. Yolda yine Rabbimizin
rızasını kazanma amacıyla dua ve tesbihata devam edilir. Akşam namazı
Müzdelife’de, yatsı vaktinde, yatsı namazıyla birleştirilerek (Cem-i tehîr ile)
kılınır.
Arafat Gününe Ait Tavsiyeler :
1. Arafat’a giderken telbiyeyi sesli olarak getiriniz.
2. Arefe günü tembellik, uyuşukluk ve
vakti boşa geçirmekten kaçınınız. Kendinizi dua ve zikirle meşgul ediniz. Çünkü
Resulüllah (s.a.v) şöyle buyurmuştur: “Duaların en hayırlısı Arafe günü yapılan
duadır.”
3. Dua yaparken mümkün mertebe
Kabe’ye yöneliniz.
4. Arafat sınırları içinde kalmaya
dikkat ediniz.
5. Nemire
Mescidi’nin %75’i Arafat sınırları içinde %25’i ise Arafat sınırları
dışındadır. Hacının buna dikkat etmesi gerekir. Çünkü Arafat sınırları dışında
vakfe yapmak hac ibadetinin iptal olmasına neden olur.
6. Kalabalığa ve insanlara eziyete
neden olacağından vakfeyi Rahmet tepesinde yapmaktan kaçınınız.
7. Arafat’tan güneş battıktan sonra
ayrılmaya dikkat ediniz. Böylece gece ve gündüz kalmış olursunuz. Eğer güneş
batmadan ayrılırsanız kurban kesmeniz gerekir.
8. Hacının, Arafat’ta vakfe için yıkanması sünnettir.
8. Hacının, Arafat’ta vakfe için yıkanması sünnettir.
Allah’ın,
günahlarınızı affetmeyeceğine dair sui zanda bulunmayınız. Eğer böyle
yaparsanız ilk günahı işlemiş olursunuz.
8. Müzdelife:
Arafat’tan Müzdelife’ye Dönüş:
Hacılar, Arefe günü güneşin batışından sonra telbiye, tekbir,
tehlil getirerek ve Allah’a hamd ederek Müzdelife’ye dönerler.
Yatsı vakti girip ezan okunduktan sonra kamet getirilerek ilk önce akşam
namazı kılınır. Selam verildikten sonra Teşrik tekbiri getirilir. Sonra ezan
okunmadan ve kamet getirilmeden yatsının farzı kılınır. Selamdan sonra yine
Teşrik tekbiri getirilir. Böylece iki vaktin farzı bir ezan ve bir kametle eda
edilmiş olur. Bundan sonra yatsının son sünneti kılınabilir. Ardından vitir
namazı kılınır.
Daha sonra vakfe yapılacak zamana kadar ihtiyaç varsa istirahat edilir veya
istiğfar veya ibadetle meşgul olunur. Bu arada şeytana atılacak taşlar
toplanır, temiz değilse yıkanır. Taşlar nohuttan büyük, fındıktan küçük
olmalıdır.
Müzdelife vakfesi, bayram gecesi, gece yarısından itibaren güneşin doğuşuna
kadarki süre içerisinde yapılabilir. Bu süre içinde kısa bir an bile burada
bulunan kimse vakfe görevini yerine getirmiş sayılır. Ancak sünnete uygun olan,
Müzdelife vakfesinin şafak söktükten ve sabah namazı kılındıktan sonra yapılmasıdır.
Arafat vakfesinde olduğu gibi, Müzdelife vakfesinde de gönülden yakarışlar,
tövbe ve istiğfarlar, telbiye, tekbir, tehlil, tesbih ve salavatlar dile
getirilir.
Müzdelife vakfesinden
sonra Mina’ya hareket edilir. Yol boyunca telbiye, tekbir ve duaya devam
edilerek Mina’da kalınacak çadırlara gelinir. İsteyenler burada bir müddet
istirahat edip ihtiyaç giderir. Daha sonra kafilenin uygun gördüğü bir zamanda
halk arasında “Büyük Şeytan” olarak adlandırılan Akabe
Cemresi’ne taş atmak üzere taşlama yani Cemerât mahalline gidilir.
9. Cemerât’a
Taş Atma (Şeytan Taşlama) :
Sabah namazından sonra ve güneş doğmadan
önce Mina’ya hareket edilir. Akabe cemresi taşlanır. Kurban kesilir. Tıraş
olunur veya saçlar kısaltılır. İfada (Ziyaret) tavafı yapılır. Sa’y
yapılır. Gecelemek için Mina’ya dönülür.
Kurban Bayramı’nın ilk dört gününde, Mina’da bulunan
ve halk tarafından “Büyük Şeytan” olarak tabir edilen Akabe
Cemresi’ne, “Orta Şeytan” olarak tabir edilen Orta Cemre’ye
ve “Küçük Şeytan” olarak tabir edilen Küçük Cemre’ye usulüne
uygun olarak taşlar atılmalıdır.
Bayramın birinci gününde Büyük Cemre’ye 7 adet;
ikinci, üçüncü ve dördüncü günlerinde ise her üç cemreye 7’şer adet (3x7=21
21x3=63 63+7=70) taş atılır.Taşlama küçükten büyüğe doğru yapılır.
Mina’da kalınmadığı takdirde dördüncü gün taş atılması şart değildir.
Uygulamada bayramın dördüncü günü genellikle Mina’da kalınmamakta ve taş
atılmamaktadır. (3x7=21 21x2=42 42+7=49)
Taşlama şöyle yapılır: Taşların atıldığı kümeye
yaklaşılarak, atılacak taş sağ elin baş ve şahadet parmaklarının uçlarıyla
tutulur. “Bismillâh,
Allahu ekber rağmen li’ş-şeytâni ve hizbih” (Allah’ın adıyla. Şeytan ve
taraftarlarına rağmen, Allah büyüktür!) diyerek atılır. Taşların her biri
kümelerin üzerine veya kümeleri
kuşatan havuzlara düşecek şekilde ve ayrı ayrı atılır.
Bayramın birinci günü, Büyük Cemre’ye tarif edildiği şekilde 7 adet taş atılır.
Taşlamaya başlamadan önce telbiyeye son verilir. Taşlama, bayramın ikinci günü
tanyeri ağarıncaya kadar devam eder.
Bayramın ikinci günü, küçüğünden başlanarak her üç cemreye 7’şerden toplam 21 adet taş atılır. İkinci günkü taşlama, zeval vaktinde yani öğleyin güneşin tepe noktasına gelip batıya yönelmesiyle birlikte başlar, gece tanyeri ağarıncaya kadar devam eder.
Bayramın üçüncü günü de ikinci günde olduğu gibi Küçük Cemre’den başlamak
üzere her üç cemreye 7’şerden toplam 21 adet taş atılır. Üçüncü gün de
taşlamanın zamanı zeval vaktinde yani öğleyin güneşin tepe noktasına gelip
batıya yönelmesiyle birlikte başlar, gece tanyeri ağarıncaya kadar devam eder.
Bayramın dördüncü günü tanyeri ağarana kadar Mina’dan ayrılmamış olanlar,
tanyerinin ağarmasından itibaren güneş batıncaya kadar her üç cemreye 7’şerden
toplam 21 adet taş daha atarlar. Tanyeri ağarmadan Mina’dan ayrılanların bu
günün taşlarını atmaları gerekmez. Uygulama da böyledir.
Taşlamalarda, çok kalabalık olan gündüz saatleri yerine, tenha olan gece
saatleri ya da akşam saatleri tercih edilmelidir.
Küçük
ve Orta Cemrelere taş atıldıktan sonra mümkünse bir kenara çekilip dua edilir.
Büyük Cemre’ye taş atıldıktan sonra beklenmez, orası hemen terk edilir.
Hacda Cemerât’a taş
atmanın mazeret sebebiyle terkedilmesinden dolayı bir şey gerekmez. Hastalık,
yaşlılık ve sakatlık gibi mazeretlerle taşları bizzat kendisi atamayacak
durumda olanlar, vekâlet vererek taşları bir başkasına attırabilirler. Ayrıca
vaktinde atılamayan taşların, bayramın dördüncü günü güneş batıncaya kadar
atılması mümkündür.
Mina’ya Ait Tavsiyeler :
1.Taşların Cemreler e vurması gerekir. Taşlar, gelişigüzel atılmamalıdır.
1.Taşların Cemreler e vurması gerekir. Taşlar, gelişigüzel atılmamalıdır.
2.Taşların hepsinin
bir defada atılmaması gerekir. Hepsi bir defada atıldığı zaman yedi atış değil
bir atış sayılır.
3. Cemreler i taşlarken tersten
başlamayıp küçük, orta ve büyük sırasını takip ediniz.
4. Atılan taş
adedinde şüphe olmaksızın kasıtlı olarak az veya fazla atmayınız.
5. Küçük ve
orta cemreyi taşladıktan sonra dua etmeyi ihmal etmeyiniz. Bu durum sünnete
aykırıdır ve büyük bir hayrı kaçırmış olursunuz.
Büyük (Akabe) cemreden sonra dua yapmayınız.
Çünkü bu sünnete aykırıdır.
10. Hac
Kurbanı (Şükür Hedyi) :
Temettü ve Kıran haccı yapanların kesmeleri vacip olan kurbana “Şükür Kurbanı” (Şükür Hedyi) denmektedir.
İfrad haccı yapanlar bu kurbanı kesmekle yükümlü değildirler. Sünnete uygun olan, hac
kurbanının Akabe Cemresi’ne taş attıktan sonra kesilmesidir.
Hac kurbanı, Harem Bölgesi sınırları içerisinde, bayramın birinci günü
tanyerinin ağarmaya başlamasından itibaren kesilir. Bir kimse hac
kurbanını bizzat kendisi kesebileceği gibi, vekâlet vererek bir başkasına da kestirebilir.
Nitekim İslam Kalkınma Bankası, bedelini ödeyenlerin kurbanlarını, onlara
vekâleten kestirmektedir. Hac kurbanının etinden, sahibi dahil herkes
yiyebilir.
11. Tıraş
Olup İhramdan Çıkma :
Saçları kökünden tıraş etmek veya kısaltmak suretiyle ihramdan çıkılır. Bunun için zamanı gelince erkekler saçlarını kazıtarak tıraş eder veya kısaltırlar; kadınlar ise saçlarının ucundan bir miktar keserler. Böylece hac ihramından çıkışın birinci aşaması (ilk tehallül) gerçekleşmiş olur ve eş ile ilişki dışında kalan geçici ihram yasakları kalkar.
Sünnete
uygun olan şekliyle hacda tıraş olup ihramdan çıkma zamanı,
bayramın birinci günü Akabe Cemresi’ne taş atılıp / kurban kesildikten
sonradır. Kısacası bayramın birinci günü, önce Akabe Cemresi’ne taş atılır,
sonra kurban kesilir, daha sonra da tıraş olup ihramdan çıkılır (taş, baş, tıraş).
12. Ziyaret
Tavafı :
Haccın ikinci rüknü olan “İfada Tavafı” ya da “Ziyaret Tavafı” tıraş olup ihramdan çıktıktan sonra yapılır. Ziyaret Tavafı’nın vakti, bayramın ilk günü gece yarısından itibaren başlar. Uygulamada Ziyaret tavafı, genellikle tıraş olup ihramdan çıktıktan sonra yapılmaktadır. Fakat bu tavafı tıraş olmadan ve ihramdan çıkmadan da yapmak mümkündür. Ziyaret Tavafı’nın bayramın ilk üç gününde yapılması sünnete uygun ise de, daha sonraki günlerde de yapılabilir. Özellikle günümüz şartlarında haccın çok kalabalık olması sebebiyle Ziyaret Tavafı’nın daha sonraki günlerde yapılmasında bir sakınca yoktur.
Ziyaret Tavafı’nın tamamlanmasıyla hac ihramından çıkışın ikinci aşaması da
gerçekleşmiş ve böylece eşle ilişki yasağı da ortadan kalkmış olur.
Özel hâllerinde bulunan kadınlar, Ziyaret tavafını bu hâlleri sona erinceye
kadar ertelerler. Hac organizasyonlarında bu durumdaki hanımların, özel
günlerinden sonra tavaflarını yapabilmeleri için gerekli düzenlemeler
yapılmaktadır.
Arafat’a çıkmadan önce haccın Sa’y ini yapmamış olanlar, Ziyaret
tavafından sonra haccın Sa’y ını yapacaklarından tavaf esnasında ıztıba ve
remel yaparlar. Daha önce haccın Sa’y ını yapanlar ise, tavafta ıztıba ve
remel yapmazlar.
Haccın aslî vaciplerinden olan Sa’y ın yerine getirilmesinin ardından hacı
artık Mekke’de kaldığı süre içinde beş vakit namazı Harem-i Şerîf’te kılmaya
özen göstermelidir. Kalan günlerini olabildiğince verimli bir şekilde değerlendirmeye
çalışmalı, bol bol nafile tavaf yapmalıdır.
13. Veda
Tavafı :
Hacca mîkât sınırları dışından gelmiş olanlar (Âfâkiler) Mekke’den ayrılmadan önce “Veda Tavafı” yaparlar. Hacıların hacla ilgili olarak yapacakları bu son göreve “Sader Tavafı” da denir.
Veda Tavafı, “Allah’ım! Senin rızan için Veda tavafı yapmak istiyorum. Bunu
kolaylaştır ve kabul eyle” diye niyet edilerek yapılır. Tavafın
arkasından tavaf namazı da kılındıktan sonra gönülden dua edilir, Allah’tan af
ve mağfiret dilenir. Nihayet ayrılığın üzüntüsü içinde gözyaşlarıyla Kâbe’ye ve
Mescid-i Haram’a veda edilir.
Özel hâlleri sona ermeden Mekke’den ayrılmak zorunda kalan hanımlar, Veda
tavafı yapmazlar.
Ziyaret Tavafı’ndan
sonra herhangi bir nafile tavaf yapılıp Veda tavafı yapılmadan Mekke’den
ayrılma durumunda kalınmışsa yapılan bu nafile tavaf, Veda tavafı sayılır.
İfrad haccı, umresiz yapılan hacdır. İfrad haccı yapacak olan kişi, ihrama
girerken “Allah’ım! Senin rızan için hac yapmak istiyorum. Bunu kolaylaştır ve
kabul eyle” diyerek yalnız hacca niyet eder ve telbiye getirir. Böylece yalnız
hac için ihrama girer ve hacdan önce umre yapamaz. Bu şekilde artık bayramın
birinci günü tıraş oluncaya kadar hac ihramıyla kalır ve ihramdan çıkmaz.
Mekke-i Mükerreme’de bulunduğu günlerini olabildiğince güzel bir şekilde
değerlendirmeye özen gösterir, bol bol tavaf yapar.
İfrad haccına niyet eden kişinin Mekke’ye varınca yapacağı ilk tavaf, Kudûm
tavafı’dır. Bunun için “Allah’ım! Senin rızan
için Kudûm tavafı yapmak istiyorum. Bunu kolaylaştır ve kabul eyle” diye niyet ederek
tavafa başlar. Haccın sa’yini Kudûm tavafı’nın ardından yapabilir. Bu takdirde
Kudûm tavafı’nı yaparken ıztıba ve remel yapar. Haccın sa’y ını Kudûm Tavafı’nın
ardından yapmış olanların, artık Ziyaret Tavafı’ndan sonra Sa’y yapmalarına
gerek yoktur.
İfrad haccı yapanların hac kurbanı (şükür hedyi) kesmeleri gerekmez. Ancak
arzu ederlerse nafile olarak bu kurbanı kesebilirler.
Kıran haccı, aynı yılın hac aylarında umre ve hacca birlikte niyet ederek ikisini aynı ihramla yapmaktır. Kıran haccı yapacak olan kimse, ihrama girerken “Allah’ım! Senin rızan için umre ve hac yapmak istiyorum. Bunları kolaylaştır ve kabul eyle” diyerek niyet eder ve telbiye getirir. İhrama girdikten sonra bayramın birinci günü tıraş oluncaya kadar ihramdan çıkamaz. Kıran haccı yapan kimsenin Mekke’ye varınca yapacağı ilk tavaf Umre Tavafı’dır. Bunun için, “Allah’ım! Senin rızan için Umre tavafı yapmak istiyorum. Bunu kolaylaştır ve kabul eyle.” diye niyet ederek Umre Tavafı’nı yapar. Bu tavaftan sonra umrenin Sa’y ı yapılacağından, tavafta ıztıba ve remel yapılır. Tavaftan sonra umrenin Sa’y ı yapılır. Sa’y dan sonra tıraş olunmaz ve bayramın birinci günü tıraş oluncaya kadar ihramda kalmaya devam edilir. Kıran haccına niyet eden kimsenin, umresini tamamladıktan sonra Kudûm tavafı yapması sünnettir. Kudûm Tavafı’ndan sonra istenirse haccın Sa’y ı yapılabilir. Bu takdirde artık Ziyaret Tavafı’ndan sonra Sa’y yapmaz. Sa’y ı, Kudûm Tavafı’ndan sonra yapacaksa, tavafta ıztıba ve remel yapar. Bundan sonra Arafat’a çıkıncaya kadar nafile tavaf ve ibadetle meşgul olur. Beş vakit namazını Harem-i Şerîf’te kılmaya özen gösterir.
Kıran haccı yapanlar
da, hac kurbanı (şükür hedyi) keserler.
Hacda Kadınlarla İlgili Bazı Özel Durumlar
Hac ve umrenin yerine getirilişi esnasında kadınlarla erkekler arasında
birtakım uygulama farklılıkları meydana gelmektedir. Bu farkları şöyle
sıralamak mümkündür:
1. Kadınlar için erkeklerde olduğu gibi özel bir ihram kıyafeti söz konusu
değildir. Kadınlar hac esnasında da elbise, başörtüsü, çorap, ayakkabı gibi her
zaman giydikleri kıyafetlerini giyerler. Yalnızca yüzlerini örtmezler.
2. Kadınlar telbiye, tekbir, tehlil, salavat okurken ve dua ederken
erkeklerin yaptığı gibi seslerini yükseltmezler.
3. Kadınlar remel ve hervele yapmazlar.
4. Kadınlar, izdiham olan yerlerde mümkün olduğu kadar kalabalığın arasına
girmemeye özen gösterirler. Özellikle namaz kılarken, erkek safları arasında
kalmayıp kadınlara ait yerlerde namaz kılarlar.
5. Âdetliyken ihrama giren veya ihrama girdikten sonra âdet görmeye
başlayan hanımlar, tavaf dışında, haccın bütün uygulamalarını yerine
getirebilirler. Tavafı ise, özel günleri geçtikten sonra yaparlar.
6. Âdetliyken ihrama giren ve ihrama girdikten sonra âdetleri bitmeden
Arafat’a çıkmak durumunda kalan hanımlar, ihrama girerken İfrad haccına niyet
etmelidirler.
“Andolsun, Allah’ın Resûlü’nde sizin için; Allah’a ve âhiret gününe kavuşmayı uman, Allah’ı çok zikreden kimseler için güzel bir örnek vardır.” (Ahzâb, 33/21)
“Medine’de ölmeye gücü yeten(yani ikamet etmek isteyen), orada ölmeye baksın. Çünkü orada ölen için kesinlikle kıyamet gününde kendisine şefaatçi olacağım.” Hz. Peygamberimiz (SAV) buyurmuştur.
“Benim vefatımdan sonra ziyaret eden kimse, tıpkı beni sağlığımda ziyaret etmiş gibidir.”

Hacı gönlü ve zihni ile Asr-ı Saadet’e hicret etmektedir. Birkaç günlüğüne
de olsa, Medine’ye, Allah Resûlü’ne ve Ensâr’a misafir olmaktadır. Dolayısıyla
İslam’ın doğduğu ve yaşandığı iklimde, İslam tarihini, Hz. Peygamber’in
hayatını ve sahabeyi yeniden okuma, yerinde anlama ve tanıma imkânı vereceği
için Medine ziyaretinin önemi büyüktür.
Yesrib... Merkezinde uzun yıllar birbirleriyle kavgalı olan Evs ve Hazrec
kabilelerinin, etrafında ise birçok Yahudi kabilesinin yaşadığı eski bir şehir…
Başta hurmacılık olmak üzere, ziraatın hâkim olduğu; bitki örtüsü, iklimi,
havası ve suyuyla bambaşka bir mekân… Evs ve Hazrec’e mensup bahtiyar
insanların 1. ve 2. Akabe Biatlarında Hz. Peygamber’le buluşup ona bağlılık
yemini etmeleri sonucu İslam’la tanışan, daha sonra Mekkeli birçok muhacirin
sığınağı ve hicret yurdu olan, halka halka yayılan İslam’ın parlayan merkezi...
Yesrib iken, Hz. Peygamber’in hicret etmesiyle el-Medînetü’l-Münevvere olan,
yani Allah’ın nuruyla, din ile aydınlanan şehir... Din, medeniyet
ve Medine kavramlarının aynı kökten geldikleri düşünülürse, din ve medeniyetin
yeni beşiği… Ve nihayet Hz. Peygamber’in oraya yerleşmesiyle Medînetü’n-Nebî
yani Peygamber Şehri’ne dönüşen hicret yurdu...
Medine’yi yaşamak bir özlemdir. Medine’ye duyulan özlemin altında yatan,
Sevgili Peygamberimize duyulan özlemdir. Onun getirdiği değerlere duyulan
hasrettir. Fakirlerin, kimsesizlerin, yoksulların, dulların, yetimlerin hiçbir
zaman geri çevrilmediği makama; sevgi, ilgi ve cömertlik kapısına duyulan
özlemdir. İnsana verilen değere, gönülleri kandıran hikmet kapısına duyulan
özlemdir. Affa, tevazua, kardeşliğe, dostluğa ve samimiyete duyulan özlemdir.
Medineliler tarafından tarifi imkânsız bir sevinçle, coşkulu bir şekilde
karşılanmıştı günlerdir beklenen Hicret Yolcusu. Onu önceden tanıyanlarda
depreşmiş bir hasret, ilk defa görenlerde ise garip bir heyecan vardı. Sonunda
beklenen misafir Yesrib’i teşrif etmiş, böylece Medine’nin bir peygamberi, Hz.
Peygamber’in ise bir Medine’si olmuştu. Hicret, terk ediş demekti. Evini
barkını, doğup büyüdüğü şehri, Mekke’yi terk ediş... Çocukluğunu ve gençliğini
geçirdiği, hatıralarla dolu, her şeyden de önemlisi Kâbe’nin bulunduğu iklimden
ayrılış… Hicret, bir firar değildi. Zorba ve zalim Mekke müşriklerinin baskı ve
işkencelerinden kaçış değildi. Hicret, İslam’ın yayılmasının ve
yaşanmasının tıkandığı yerden ayrılıp; rahat nefes alınabilecek, İslam’la
yaşanabilecek yer olan Medine’ye göçmekti. Hicret, Allah’ın izni ve
emriyle, Allah’ın rızasını alabilmek, dinini güzelce yayabilmek için O’na
gitmekti. Hicret, güçlenip geri dönmek için geçici olarak göç etmekti. Hicret,
sırf Allah adına yapılan bir fedakârlıktı. Hicrette göç vardı, öç yoktu.
Medineli Müslümanlar açısından ise hicret, muhacir kardeşlerine kucak açmak
demekti. Yardımlaşma, dayanışma, paylaşma ve kardeşlik demekti. Düne kadar
tanımadıkları ama İslam çatısı altında buluştukları din kardeşlerini
barındırma, himaye etme ve sahiplenmeydi. Bunun için “Ensâr” yani “Yardımcılar” demişti
Kur’an Medinelilere. Hicret, Medineli iki kardeş kabilenin, Evs ve Hazrec’in
bile yıllarca bir türlü geçinemediği mekânda, Ensâr ve Muhâcirîn kardeşliğini
gerçekleştirmekti. Evini, işyerini, hurmalığını, yiyeceğini, sermayesini
kardeşiyle paylaşmaktı.
Aslında Medine’ye hicret, bir anlamda medeniyete hicretti. Cahiliyenin ve
bedeviliğin egemen olduğu Arap toplumunda medeni olabilmek, medeniyeti tesis
edebilmek, belki de yapılabilecek işlerin en zoruydu. Kültür düzeyi düşük bir
toplumu, medeni bir topluma dönüştürmek; Yesrib’i Medine’ye dönüştürmek hiç de
kolay değildi. İşte Allah Resûlü, bu zoru başarabilmek, bu toplumsal dönüşümü
gerçekleştirmek için hicret etmişti.
Hz. Peygamber burada, cahiliye insanlarını bir su medeniyetine kavuşturmuştu. Hem
maddî, hem de manevî temizliği, arınmayı öğretti onlara. Temiz bir toplumun
nasıl oluşması gerektiğini uygulayarak gösterdi. Kız çocuğunu diri diri gömecek
kadar cahil ve gaddar olabilen insanlardan; can taşıyan her varlığa, hatta
eşyaya dahi rıfkla, merhametle muamele edecek bir Medine toplumu
oluşturdu. Kin, nefret ve intikamın hâkim olduğu nice kalpleri
yumuşatarak, onlardan bir sevgi ve merhamet toplumu meydana
getirdi. Çıkarcılığı, çapulculuğu ve fırsatçılığı âdet edinmiş bir topluma,
kendisi için istediğini kardeşi için de istemeyi, hatta ihtiyacı olan kardeşini
kendisine tercih etmeyi öğretti. Komşusu aç iken tok gezilemeyeceğine inandırdı
onları. Dürüstlüğü, güvenilirliği, aldatmamayı, helal kazancı, alın
terini, kul hakkını, hak ve hukuku, hakkaniyeti, adaleti öğretti
insanlara. İyiliği, güzelliği, hayrı, ahlakı, samimiyeti, olgunluğu,
takvayı tattırdı.
Allah Resûlü, emanet ve mesuliyet bilincini, ehil olma esasını
getirdi. Dayanışmayı, yardımlaşmayı, sosyal adaleti tesis
etti. Irz ve namus konusunda hassas olmayı emretti; iffetli,
ahlaklı insanlar yetiştirdi. İlme, Kur’an’a, hikmete, hakikate ve bilgiye önem
verdi. Mescidin içinde “Ashâb-ı Suffe” diye anılan bir okul
açtı, orada kalan sahabîleri bizzat yetiştirdi. Köle ve cariyeler insan
olduklarını; kadınlar saygınlıklarını; fakirler sahipsiz olmadıklarını;
güçsüzler kimsesiz kalmadıklarını hep ondan, onun uygulamalarından öğrenmişti.
Gücü ve imkânı olduğu hâlde misilleme yerine sabrı, Mekke’nin fethinde
olduğu gibi, intikam alma yerine affı onda gördü
insanlar. Kısacası insanlığı, insanca yaşamayı, Müslümanlığı,
medeniyeti o gösterdi.
İşte bu sebeple olmalıdır ki, bazı usulcülerimiz, “Şayet Resûllüllah’ın
(s.a.s.) peygamberliğini ispat için hiçbir mucize olmasa, sadece onun ashâbı
bile bunun ispatına yeter” demişlerdir. Yani onun önderliğinde oluşan bu yeni
ve medenî toplumun vücuda gelmesi, adeta mucizevî bir
değişimdir.
Böyle bir değişimin merkezi olan Medine’ye giderken, hacı,
sanki kendisinin de hicret etmekte olduğunu düşünmelidir. Her
ne kadar hakiki anlamda bir hicret yaşamasa da, mecazi bir hicrete adım
attığına inanmalıdır. Hz. Peygamber’in bir hadisinde hicreti “Allah’ın yasaklarını terk
etme” şeklinde
tanımladığını düşünerek, kutlu bir gayretle yola çıkmalıdır. Hacı bu
hicretiyle, bedenen Mekke’yi ve Mekkelileri terk ederken, ruhen de Allah’ın
kendisine haram kıldığı yasakları terk etmelidir.
Diğer taraftan hacı gönlü ve zihni ile Asr-ı Saadet’e hicret etmektedir.
Birkaç günlüğüne de olsa, Medine’ye, Allah Resûlü’ne ve Ensâr’a misafir
olmaktadır. Dolayısıyla İslam’ın doğduğu ve yaşandığı iklimde, İslam tarihini,
Hz. Peygamber’in hayatını ve sahabeyi yeniden okuma, yerinde anlama ve tanıma
imkânı vereceği için Medine ziyaretinin önemi büyüktür. Hz. Peygamber’in
yaşadığı, dolaştığı, konuştuğu, alış veriş yaptığı, namaz kıldığı mekânlarda
bulunmak, onun bir zamanlar teneffüs ettiği atmosferi teneffüs etmek elbette
bir ayrıcalık ve bahtiyarlıktır. Her ne kadar, tarihî doku itibarıyla eski
Medine’den neredeyse hiçbir iz kalmamışsa da, hacı orada zihnen on dört asır
öncesine döner ve sahabenin arasındaymış gibi hisseder kendisini. Allah
Resûlü’nün mütevazı hayat tarzına inat yükselen gökdelenler, yaldızlı yıldızlı
lüks oteller, sınırsız tüketimin yapıldığı çarşılar, bu zihin yolculuğunun
önünde büyük engeller olarak dursa da, hacı gönül gücüyle aşar bu engelleri.
Altın biriktiren zenginlerle Ebû Zerr’in kıyasıya giriştiği mücadeleye inat,
bugün Ebû Zer Çarşısı’nda onlarca kuyumcu olsa da, o iklime hicret edenler Ebû
Zer ve Ebu’Derdâ’ları hem görür hem de duyar gönül sokaklarında. Bazen çeşitli
ülkelerden gelmiş kardeşlerini gördükçe, o sahabîleri hatırlar, onları görmüş
gibi olur.
Mescid-i Nebevî’nin etrafında kümeleşen ve el uzatıldığında yetişilebilecek
yükseklikteki çatısız duvarlardan, kapı yerine örtülerin kullanıldığı, iç içe
küçük odacıklardan ve daracık sokaklardan oluşan eski Medine, sahabenin
mütevazı ve samimi hayatının göstergesidir. Yüz yıl öncesini tasvir eden bir
şehir maketine göre, o günkü yerleşim merkezinin bugünkü Mescid’in dış alanını
ancak kapladığını dikkate alırsak, on dört asır önceki Medine’nin sadeliğini
daha rahat anlayabiliriz. Evet, bugün belki de o günlerin Medine’sine en yakın
olan mekânın, içerisinde nice büyük sahabînin medfun olduğu Bakî Mezarlığı
olduğunu söylesek mübalağa etmiş olmayız.
Bütün bu değişimlere rağmen, hacı, bir gönül yolculuğu yapar ve zemini
kumlarla kaplı, kapıları açık, sadece kıble tarafındaki ön kısmı hurma
dallarıyla gölgelendirilen Peygamber Mescidi’ne ulaşır. Kıbleye dönüldüğünde
sol duvara bitişik olan annelerimize ait odaları ve Ashâb-ı Suffe’ye tahsis
edilmiş mekânı düşler. Orada vahyin öğretildiğini, nice hutbelerin okunduğunu,
nice dertlerin dinlendiğini, nice sohbetlerin edildiğini hatırlar. Medine
toplumunun kalbi olan bu mescidin, nasıl İslam medeniyetine merkezlik yaptığını
düşünür. Mescide girer ve sahabenin arasına katılır, onlarla beraber dinlemeye
çalışır Hz. Peygamber’in etkileyici konuşmalarını. Tıpkı bir zamanlar ashâbın,
sanki başlarına kuş konmuş da onu ürkütmemek için özen gösterirmişçesine
dikkatli ve sakin dinledikleri gibi. (İbn Hanbel, IV, 278) Zihnen de olsa Allah
Resûlü’nün huzurunda olmanın heyecanı kaplar bütün vücudunu. Gözlerini alamaz
Resûl’ün o ay gibi parlayan yüzünden ve tek tek duymaya, anlamaya çalışır
mübarek dudaklardan dökülen hikmet dolu hadis-i şerifleri. O anda kendisinin
konumunu, durumunu gözden geçirir içinden. O gün Resûl-i Ekrem’in
çevresindekilerden biri olsaydı, acaba Hz. Peygamber ile ilişkisi nasıl olurdu?
Acaba Allah ve Resûl sevgisi ağır basan, Allah yolunda, din uğrunda her türlü
fedakârlığa koşan Ensâr veya Muhâcirler arasına girebilir miydi? Yoksa dünya,
ganimet, çıkar, makam ve mevki hırsı ağır basanlar arasına mı düşerdi?
Mescid-i Nebevî’nin huzurlu ortamında, âlemlere rahmet olan Son Elçi’nin
varlığı ile şeref bulan bu asude iklimde, sükûnet, müminleri hoş bir bahar
serinliği gibi sarar. Her türlü dünyevî hesaptan, kaygı ve plandan uzaklaşarak
kendilerini bu maneviyat ortamına bırakabilen âşıkların yaşadığı zevkin
boyutları tahmin kalıplarına sığmaz. Bu manevî atmosfer, ruhen en kirli
insanları bile bir çırpıda arıtabilecek güçtedir.
Kibir, gurur, gösteriş, bencillik, kin, nefret, haset, yalan gibi
duygularla hiç örtüşmüyor Mescid-i Nebevî’nin atmosferi. İşlenen günahlardan
dolayı duyulan pişmanlık, tövbe, istiğfar, mahviyet, yapılan kötülüklerden
ötürü duyulan mahcubiyet, ihlâs, samimiyet, arınma arzusu ve ateşe girmekten
korkarcasına günahlara dönmekten korkan bir kalp gerekiyor bu atmosferi hissedebilmek
için.
Müminler denizinde bir damla olmanın heyecanını yaşayanlar ve bu denizin
bir damlası olmayı nasiplerin en büyüğü sayanlar bu hazzı yaşarken; müminlerin
derdiyle dertlenmeyen, kendisi için istediğini mümin kardeşi için de istemeyen,
komşusu açken tok yatan ve Allah için sevmeyen kimseler bu huzuru hissedemiyor.
Velhasıl, günahlarından arınarak anasından doğduğu gün gibi tertemiz hâle
gelmek ümidiyle yola çıkan insanların bu kutlu yolculuğunda, Peygamber
Mescidi’ni ziyaret bölümü, manevî hazzın en yoğun tadıldığı kısımlardan
biridir. Ancak bunun için Allah Resûlü’nün getirdiği değerlere karşı,
susuzluktan çatlamış toprağın ince ince yağan yağmura karşı özlemi gibi bir
özlem ve tutku beslemek gerekmektedir. Kur’an ve sünnetin değerlerini böylesine
bir özlemle kucaklamayanlar, tasvir etmeye çalıştığımız hazzı da yeterince
tadamayacaktır.
Hacı, Allah Resûlü’nün dönemine yetişememişse de, onun mekânına
ulaştığının, onun civarında bulunduğunun, birkaç günlüğüne de olsa ona komşu
olduğunun bilinciyle yaşar Medine’yi. Bunun ne büyük bahtiyarlık olduğunu
anlayarak onun civarında gösterilmesi gereken edebi ve olgunluğu elden
bırakmaz, ona layık bir güzel ahlak içinde yaşar her anını. Ashâb-ı Suffe’ye
gider; Hz. Peygamber’in ahlakını buradaki has talebelerinde görmeye çalışır,
onlardan sorar. Sonra diğer sahabîleri arar, evlerine, gönüllerine misafir olur
ve onların hayatlarını, ahlaklarını, mizaçlarını gözlemlemeye gayret eder. Düş
ve düşünceyle de olsa, sıddıklarla, salihlerle, sahabeyle beraber olmanın; o
“güzel arkadaşlığın” hazzını yaşar bir an.
Hz. Ebû Bekir’den teslimiyeti ve tasdik etmeyi; Hz. Ömer’den adaleti ve
medenî cesareti; Hz. Osman’dan edep ve hayâyı; Hz. Ali’den ilim ve şecaati; Hz.
Talha ve Abdurrahman b. Avf’tan cömertliği; Ebû Zer ve Ebu’d-Derdâ’dan açık
sözlülüğü ve zahidliği; Bilâl-i Habeşî ve Ammâr b. Yâsir’den sabretmeyi;
Abdullah b. Ömer’den Hz. Peygamber’i nasıl izleyeceğini; İbn Abbâs ve Hz. Âişe
validemizden onu nasıl anlayacağını öğrenir.
Ömrü boyunca Kur’an ayetlerinden tanıdığı Sevgili Peygamberini, bu defa
onun yaşadığı yerde, dostlarından da dinledikten sonra, onun huzuruna çıkmaya
niyet eder. Âdeta hayattaymışçasına sükûnet ve vakarla, ona layık bir saygı ve
hürmetle Kabr-i Saadet’i ziyaret eder. Ruhuyla ve bedeniyle Allah Resûlü’nün
huzuruna varır ve samimiyetle salât ve selam eder. Orada onun civarında değil,
huzurunda olduğunu idrak eder. Ona olan inancını, teslimiyetini, bağlılığını,
sevgisini ve sebatını arz eder. İnananlar için örnek, önder ve rehber olmasına
rağmen onu hakkıyla tanıyamamanın eksikliği; gerektiği kadar yakınında
olamamanın üzüntüsü; sünnetlerini yeterince yaşayamamanın ezikliği ve her
şeyden önemlisi ona layık bir ümmet olamamanın verdiği mahcubiyetle varır
huzura. Tam huzurda iken, ona inanmak, ümmeti olmak, huzurunda bulunmak ve
nihayet izinden gitmek ne anlama gelmektedir ve nasıl gerçekleştirilecektir
diye düşünür.
Sünnete uymanın sadece taklitten ibaret olmadığını, şekil ile birlikte özün
de yakalanması olduğunu, her yer ve zamanda uygulanabilecek nebevî ilkelere
uymak demek olduğunu düşünür. Sünnetin Mekke’den Medine’ye, medeniyete giden
nebevî yol olduğunu, diğer bir ifade ile bir “Medeniyet Projesi” olduğunu
hatırlar. Nerede ve ne zaman yaşarsa yaşasın, medenî bir birey olmayı öğretir
ona sünnet… Emanet, ehliyet, adalet, hakkaniyet, tevazu, samimiyet,
dayanışma, yardımlaşma, kolaylaştırma, kardeşlik, temizlik, iyilik, dürüstlük,
hoşgörü, sevgi, saygı, yararlılık, erdemlilik, olgunluk, örnek ve önder
olmaktır sünnet… “Ben, ahlakî güzellikleri tamamlamak üzere
gönderildim.” buyuran Hz.
Peygamber’in ahlakı ile temiz bir toplum, medenî bir toplum oluşturabilmektir
sünnet…
Bu duygu ve düşüncelerle kendi durumunun bir muhasebesini yaptıktan sonra
söz verir kendi kendine hacı, âdeta Allah Resûlü’nün mübarek elinden tutarak
biat edercesine “Hiçbir şeyi Allah ve Resûlü’nün önüne
geçirmeyeceğine”, (Hucurât, 49/1) “Allah ve Resûlü’ne
itaat edeceğine.” (Enfâl, 8/1) dair söz verir. Bundan
böyle bütün hayatında “Resûl ile birlikte yol tutacağına” (Furkân, 25/27) onu
kendisine “güzel bir örnek edineceğine” (Ahzâb, 33/21) dair
söz verir.
Medine’de kaldığı süre içinde, her namazını Mescid-i Nebevî’de kılmaya,
fırsat buldukça Ravza’yı ziyaret etmeye çalışır. Bir
hadiste Hz.
Peygamber’in evi ile minberi arası cennet bahçelerinden bir bahçe olarak
nitelendirilir. (Buhârî, “Tatavvu”, 18) İzdihama yol açmamak, huzurunda olmanın
edebini ihlâl etmemek şartıyla bu mübarek mekanda iki rekât da olsa nafile
namaz kılmaya çalışır.
Hz. Peygamber’in dünyada en yakın dostları olduğu gibi, ebedî
istirahatgâhında da yanı başında bulunan Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer’e
de selam verir, dua eder. Gerek Hz. Peygamber’in hayatında,
gerekse halifelikleri esnasında bu iki büyük sahabînin, İslam’a ne büyük
hizmetlerde bulunduğunu hatırlar. Yine fırsat bulduğunda Hz. Osman, Hz.
Abbâs, Hz. Âişe, Hz. Fâtıma ve Hz. Hasan gibi ileri gelen sahabîlerin de kabirlerinin
bulunduğu Bakî Mezarlığı’nı, orada metfun olan yaklaşık on bin
sahabeyi ziyaret eder, onlara da selam verir ve dua eder. Zira Hz. Peygamber de
zaman zaman bu mezarlığa gider ve orada yatan müminler için dua ederdi. Hacı,
geçmişin hatırasını yâd etmek üzere Medine’deki şu mekânlara da uğrar:
A. Kuba :
“İlk günden takva üzere kurulan mescit, elbette içinde namaza durmana daha uygundur. Orada temizlenmeyi seven kimseler vardır. Allah da temizlenenleri sever” (Tevbe, 9/108)
Allah Resûlü’nün hicret yolculuğunda ilk durağı olan Kuba, Medine’ye 5 km. mesafededir. Hz. Peygamber Kuba’da on dört gün kalmış ve bir mescit yaparak orada namaz kıldırmıştır. Medine’ye yerleştikten sonra da cumartesi günleri Kuba Mescidi’ni ziyaret eder ve burada namaz kıldırırdı. “İlk günden takva üzere kurulan mescit, elbette içinde namaza durmana daha uygundur. Orada temizlenmeyi seven kimseler vardır. Allah da temizlenenleri sever” (Tevbe, 9/108) ayetinde sözü edilen mescidin Kuba Mescid’i olduğu, temizlikleri övülenlerin de Kubalılar olduğu belirtilmektedir.
B. Kıbleteyn Mescidi :
Seni elbette, hoşlanacağın kıbleye döndüreceğiz. O hâlde hemen Mescid-i Harama (Kâbe’ye) doğru dön. (Ey müminler) siz de nerede olursanız olun, (namazda) oraya doğru dönün.” (Bakara, 2/144)
Bilindiği gibi daha önceleri Hz. Peygamber, namazlarında kıble olarak Kudüs’te bulunan Mescid-i Aksâ’ya yönelmekteydi. Aslında gönlünden kıblenin Hz. İbrahim’in kıblesi olan Kâbe’ye çevrilmesini geçiriyor ve bu doğrultuda bir vahiy bekliyordu. Hatta kendisi Mekke’deyken Kâbe’de kıldığı namazlarda, Rükn-i Yemânî ile Hacer-i Esved arasından Kâbe’yi önüne almak suretiyle hem Kâbe’ye, hem de Kudüs’e yönelmiş olmaktaydı. Hicretten yaklaşık bir buçuk yıl sonra, arzuladığı şekilde kıble olarak Kâbe’ye yönelme emrini veren ayet indi:
“...
Seni elbette, hoşlanacağın kıbleye döndüreceğiz. O hâlde hemen Mescid-i Harama
(Kâbe’ye) doğru dön. (Ey müminler) siz de nerede olursanız olun, (namazda)
oraya doğru dönün.” (Bakara, 2/144)
Bu ayetin indiği haberini işitmeleri üzerine küçük bir mescidde namaz
kılmakta olan bazı sahabîler, namaz sırasında yönlerini Kudüs’ten Kâbe’ye
çevirdiler. Böylece Kudüs’e yönelerek başlanan namaz, Kâbe’ye yönelerek
tamamlandı. Bundan dolayı da bu mescide “İki kıble mescidi” anlamına
gelen “Kıbleteyn Mescidi” adı verildi. Kıblenin değişmesi, Hz.
Peygamber’e uyanlarla, ökçesi üzerinde gerisin geriye dönenleri ayırt etmeye
yarayan bir imtihandı aynı zamanda. (Bakara, 2/143)
C. Uhud :
"Kimi dünyayı istiyordu, kimi de âhireti istiyordu”. (Âl-i İmrân, 3/152)
“Uhud öyle bir dağ ki, o bizi sever, biz de onu severiz.” (Buhârî, “Cihâd”, 71
Medine’de ziyaret edilecek en önemli yerlerden biri de Medine’nin 5 km.
kuzeyinde yer alan Uhud’dur. Bedir Savaşı’ndan sonra sahabenin müşrik ordusuyla
yaptığı ikinci büyük savaş burada vuku bulmuştu. Bedir’de bozguna uğrayan
müşrikler, intikam almak üzere çıkmışlardı bu savaşa. Hz. Peygamber gördüğü bir
rüya üzerine Medine’yi içeriden savunmak istemekteydi. Ancak Bedir Savaşı’na
katılmamış bazı gençlerin ısrarı üzerine düşmanla açık alanda karşılaşmak durumunda
kaldı ve Uhud’a çıktı.
“Uhud öyle bir dağ ki, o bizi sever, biz de onu severiz.” (Buhârî, “Cihâd”, 71

Uhud Savaşı’nda Resûllüllah, Abdullah b. Cübeyr komutasında bir okçu
birliğini, stratejik önemi bulunan bir boğazın yamacına yerleştirmiş ve
onlara, “Bizim
onları yendiğimizi görseniz bile yerinizden ayrılmayın! Yenildiğimizi görseniz
dahi bize yardıma koşmayın!” diye sıkı sıkı tembihlemişti. Buna
rağmen, müşriklerin bozguna uğradığını gören bu okçuların birçoğu “Ganimet!
Ganimet!” diye bağırarak heyecan içinde yerlerinden ayrılmış, Abdullah
b. Cübeyr onlara Hz. Peygamber’in emrini hatırlatmışsa da, onu dinlemeyip savaş
meydanına inmişlerdi. Arkadan dolanan düşman süvari birliğince etrafı sarılan
sahabe, iki taraftan sıkıştırılarak hezimete uğramıştı. Kur’an’da anlatıldığı
üzere bu sahabîler, arzuladıkları galibiyeti gördükten sonra zaafa düştüler,
(Hz. Peygamber’in verdiği) emir konusunda birbirleriyle çekişip isyan
ettiler. “Kimi
dünyayı istiyordu, kimi de âhireti istiyordu”. (Âl-i İmrân, 3/152)
Hz. Peygamber’in, bu okçu birliğine kesinlikle yerlerini terk etmemeleri
direktifini vermesine rağmen, onların çoğu ganimet sevdasıyla her şeyin
bittiğini, maksadın hâsıl olduğunu zannederek bu emri ihlâl etmişler;
kazanılmış bir zaferin kaçırılmasına, yetmiş kişinin şehit olmasına sebep
olmuşlardı. Oysa komutanları Abdullah ile birlikte yerlerinde sebat eden bazı
okçular, “Biz
Allah’ın Resûlü’ne itaat edip, yerlerimizde durur, onun emrini terk
etmeyiz” diyerek Peygamber emrine itaati, âhireti ve
şehitliği tercih etmişlerdi.
Uhud, sahabe için büyük bir imtihan, büyük bir dersti. İki zırh birden
giymiş olmasına rağmen, Resûllüllah da bu savaşta yaralanmış, mübarek
dişi kırılmıştı. Komutanlarıyla birlikte sebat eden okçu şehitlerin yanı
sıra; Sevgili Peygamberimizin amcası Hz. Hamza da şehit edilmişti.
Hatta şehit edilmekle kalmamış, vücudu parçalanmış, kulakları kesilmiş, kalbi
göğsünden çıkartılmıştı. Mekkeli zengin bir ailenin çocuğu olan ve Hz.
Peygamber tarafından Medine’ye muallim olarak görevlendirilen Mus’ab b.
Umeyr’in, şehit olduktan sonra vücudunu baştan aşağıya kadar örtecek bir
örtü dahi bulunamamıştı. Acı hatıralarla, ibretlerle yüklüydü Uhud…
Ve bütün bunlara rağmen Hz. Peygamber: “Uhud öyle bir dağ ki, o
bizi sever, biz de onu severiz.” (Buhârî, “Cihâd”, 71) diyerek düşman
saldırılarından dolayı sığındığı ve âdeta bir şahsiyet gibi gördüğü bu kayalık
dağa vefa gösteriyor, cansız varlıklarla dahi bir tür sevgi ve hürmet ilişkisi
kuruyordu.
"Bazı orduların alt taraftan, bazılarının üst taraftan geldiğini gören sahabenin, şaşkınlıktan gözleri kaymış, korkudan yürekleri ağızlarına gelmiş, kötü zanlara kapılarak şiddetli bir sarsıntıyla sarsılmışlardır" . (Ahzâb, 33/10-11)
Kureyş, Hayber, Gatafan, Fezâre ve Esed Oğulları gibi müşrik, Yahudi ve münafık gruplardan oluşan müttefik kuvvetlere karşı yapıldığı için “Ahzab Savaşı”;Selmân-ı Fârisî’nin İran tecrübesiyle getirdiği teklif sonucu Medine’nin etrafına kazılan hendekten dolayı da “Hendek Savaşı” diye anılan bu savaş, hicretin 5.yılında meydana gelmiştir. Bir süvarinin geçemeyeceği derinlik ve genişlikte kazılan, Medine’nin hurmalıklarla kaplı olmayan cephesini çevreleyen hayli uzun bir hendeğin kazılması birkaç hafta sürmüş; Hz. Peygamber de ashabıyla beraber üstü başı toprak oluncaya, açlıktan bitap düşünceye kadar hendek kazmıştır. Hendek’ten çıkartılan toprak Müslümanlar için siper olduğundan, ne karşıdan bir at geçebilmiş, ne atılan oklar isabet edebilmişti. Seksenli yıllara kadar bu hendekten bazı kesitler mevcut iken, maalesef günümüze kadar korunamamış ve üzerine asfalt dökülmüştür. Şüphesiz Hendek Savaşı’ndan da alınacak birçok ders vardır. Hz. Peygamber her zaman olduğu gibi, burada da tedbiri elden bırakmamıştır. Gerekli stratejiye başvurmuş, önerilen makul teklifi kabul etmiş, ashabıyla birlikte bizzat hendek kazmış, Yahudi kabilelerinin desteğini engellemeye çalışmıştır. Bazı orduların alt taraftan, bazılarının üst taraftan geldiğini gören sahabenin, şaşkınlıktan gözleri kaymış, korkudan yürekleri ağızlarına gelmiş, kötü zanlara kapılarak şiddetli bir sarsıntıyla sarsılmışlardır. (Ahzâb, 33/10-11) 24 gün süren bu savaşta nihayet şiddetli rüzgâr ve görünmez ordulardan oluşan ilahî yardım yetişmiş, bu durumdan hayli bunalan Müslümanları kurtarmıştı. Rüzgâr ve kum fırtınası karşısında telef olma korkusuyla düşman geri çekilmiş, farklı gruplar dağılmış ve Hendek Savaşı en az zararla atlatılmıştır. Ahzab Savaşı’nın yapıldığı mekânlar ziyaret edilirken, dünyanın çeşitli ordularının daha güçlü ittifaklarla, İslam dünyasının çeşitli bölgelerinde benzer savaşlar yaptığı hatırlanmalıdır. Müslümanların, ilahî yardıma nail olabilecek gerekli tedbirleri niçin alamadıkları, neden birlikte olamadıkları düşünülmelidir. Yeni hendekler kazmak şöyle dursun, tam tersine birbirlerinin kuyusunu kazmaya çalışan Müslüman toplumların hâli tefekkür edilmelidir. Sevgili Peygamberimizi ve onun aydınlık şehrini ziyaret, müminin İslam tarihini yeniden ve yerinden okumasını sağlar, Resûllüllah’a (s.a.s.) olan bağlılığını artırır ve sünnete daha sıkı sarılmasına vesile olursa, amacına ulaşmış demektir.
Kureyş, Hayber, Gatafan, Fezâre ve Esed Oğulları gibi müşrik, Yahudi ve münafık gruplardan oluşan müttefik kuvvetlere karşı yapıldığı için “Ahzab Savaşı”;Selmân-ı Fârisî’nin İran tecrübesiyle getirdiği teklif sonucu Medine’nin etrafına kazılan hendekten dolayı da “Hendek Savaşı” diye anılan bu savaş, hicretin 5.yılında meydana gelmiştir. Bir süvarinin geçemeyeceği derinlik ve genişlikte kazılan, Medine’nin hurmalıklarla kaplı olmayan cephesini çevreleyen hayli uzun bir hendeğin kazılması birkaç hafta sürmüş; Hz. Peygamber de ashabıyla beraber üstü başı toprak oluncaya, açlıktan bitap düşünceye kadar hendek kazmıştır. Hendek’ten çıkartılan toprak Müslümanlar için siper olduğundan, ne karşıdan bir at geçebilmiş, ne atılan oklar isabet edebilmişti. Seksenli yıllara kadar bu hendekten bazı kesitler mevcut iken, maalesef günümüze kadar korunamamış ve üzerine asfalt dökülmüştür. Şüphesiz Hendek Savaşı’ndan da alınacak birçok ders vardır. Hz. Peygamber her zaman olduğu gibi, burada da tedbiri elden bırakmamıştır. Gerekli stratejiye başvurmuş, önerilen makul teklifi kabul etmiş, ashabıyla birlikte bizzat hendek kazmış, Yahudi kabilelerinin desteğini engellemeye çalışmıştır. Bazı orduların alt taraftan, bazılarının üst taraftan geldiğini gören sahabenin, şaşkınlıktan gözleri kaymış, korkudan yürekleri ağızlarına gelmiş, kötü zanlara kapılarak şiddetli bir sarsıntıyla sarsılmışlardır. (Ahzâb, 33/10-11) 24 gün süren bu savaşta nihayet şiddetli rüzgâr ve görünmez ordulardan oluşan ilahî yardım yetişmiş, bu durumdan hayli bunalan Müslümanları kurtarmıştı. Rüzgâr ve kum fırtınası karşısında telef olma korkusuyla düşman geri çekilmiş, farklı gruplar dağılmış ve Hendek Savaşı en az zararla atlatılmıştır. Ahzab Savaşı’nın yapıldığı mekânlar ziyaret edilirken, dünyanın çeşitli ordularının daha güçlü ittifaklarla, İslam dünyasının çeşitli bölgelerinde benzer savaşlar yaptığı hatırlanmalıdır. Müslümanların, ilahî yardıma nail olabilecek gerekli tedbirleri niçin alamadıkları, neden birlikte olamadıkları düşünülmelidir. Yeni hendekler kazmak şöyle dursun, tam tersine birbirlerinin kuyusunu kazmaya çalışan Müslüman toplumların hâli tefekkür edilmelidir. Sevgili Peygamberimizi ve onun aydınlık şehrini ziyaret, müminin İslam tarihini yeniden ve yerinden okumasını sağlar, Resûllüllah’a (s.a.s.) olan bağlılığını artırır ve sünnete daha sıkı sarılmasına vesile olursa, amacına ulaşmış demektir.
Hacı, inancını ve bilincini, sevgisini ve hürmetini, edebini ve ahlakını
güçlendirerek dönmüştür hacdan. Evindedir artık ve aslında
yolculuk bitmemiştir…
“Hepinizin
dönüşü Allah’adır. O size ne yaptığınızı haber verecektir.” (Mâide, 5/105)
Yüce Allah’ın verdiği en büyük nimetlerden biri olan zaman, su
gibi akar ve bir daha geri gelmez. Hele bir de “sayılı günler” ise;
Kutsal İklim’de coşku ve heyecanla geçirilen sınırlı bir zaman dilimi ise, bir
rüya gibi gelir insana. Daha o mübarek mekânlara alışayım, doyasıya yaşayayım
derken, yoğun hac görevlerinin tamamlanmasıyla bir de bakarsınız ayrılık vakti
gelivermiştir. “Kavuşmak güzel ama bir de ayrılık olmasa!” diye hüzünlenir
hacı. Belki de ilk defa evine dönüşüne sevinemez. Allah’ın evinden ayrılıp, kendi
evine gidesi gelmez. Annesinden zoraki koparılan küçük bir çocuk misali, boynu
bükük, gözü yaşlı, yüreği dağlanmış, hüzünlü bir şekilde çaresiz veda eder
Beytullah’a…Aslında fani insanın geçici ömrü de böyle değil mi? İnsanın hayatı
da nihayet sayılı günlerden ibaret değil mi? Keşke geçirdiğimiz zamanlar, hep
bu iklimde geçirdiğimiz günler kadar bereketli ve iyi değerlendirilmiş olsa...
Kâbe’den ayrılırken, kalbinde fırtınalar eser hacının. Bir
yandan böyle bir imkâna kavuştuğu için kalbinde taşıdığı sonsuz şükür
duygusu, dünya Müslümanlarıyla beraber olmanın sevinci, İslam
tarihinin ilk yıllarını yerinde okumanın kazancı, Allah’ın misafiri olmanın
verdiği huzur, haccı ifa etmenin verdiği hoşnutluk... Diğer
yandan henüz Kâbe’ye, zemzeme ve Arafat’a .
Hacı, Allah’ın evinden kendi evine dönerken, bunun aslında yine Allah’a
yapılan bir dönüş olduğunu bilir. “Biz Allah içiniz ve yine Allah’a döneceğiz” (Bakara, 2/156)
şuuruyla hareket eder. Doyamadan, belki de bir daha kavuşamamak üzere onlardan
ayrılmak... Haccının kabul edilip edilmediğinden emin olamadan ayrılmak. Belki
de şeytanı dize getiremeden, nefsini dizginleyemeden ayrılmak... Yeterince
arınamadan, manevî dirilişi ve silkinişi tam olarak gerçekleştiremeden
ayrılmak... Kardeşleriyle tanışamadan, doya doya konuşamadan ayrılmak...
Onların dertlerini dinlemeden, hâllerini sormadan, sorunlarını halletmeden,
kendi hâlini arz etmeden ayrılmak... Bu duygu ve düşünceler içerisinde, bedeni
kutsal topraklardan ayrılmak zorunda olan hacı, kalbini Kâbe’de bırakamayacağı
için, Kâbe’yi yükler yüreğine. Allah’ın evi olan Kâbe ile Allah’ın nazargâhı
olan kalbini birleştirir. Bundan sonra yüzünü her namazda Kâbe’ye çevirmekle
yetinmeyecek, damarlarındaki kanla her an tavaf edecektir yüreğindeki Kâbe’yi.
Ölünceye kadar şirkin, küfrün, nifakın, fıskın giremeyeceği
bir Harem Bölge ilan edecektir kalbini… Ruhunu iman, ihsan, takva ve
sabır duygularıyla güçlendirdiği Mekke’den, Allah’a verdiği sözü
yineleyerek, Hacer-i Esved’de biatini tazeleyerek dönecektir evine.
Yüklendiği sadece Kâbe değildir aslında. Allah aşkı, Allah sevgisi,
Peygamber sevgisi, sahabe sevgisi, Müslümanlara karşı sevgi, saygı, kardeşlik
duyguları... Bunların yanında, kardeşlerinin dertleri, sıkıntıları,
yoksullukları, geri kalmışlıkları ve bütün bu olumsuzluklar karşısında bir şey
yapamamanın üzüntüsü de yüklenmiştir yüreğine. Yoğunlaştırılmış hac eğitiminde
bütün Müslümanların kardeş olduklarını, aynı inanç, ibadet ve ahlaka sahip
olduklarını yaşayarak öğrenmiştir. Dilleri farklı olduğu için konuşamasalar da,
beden dilleriyle yekvücut olduklarını kavramıştır. Gayet medenî, kibar ve nazik
kardeşlerinin varlığıyla sevinmiş, özellikle yoksul ve geri kalmış bölgelerden
gelen veya savaş mağduru olan kardeşlerinin içler acısı hâllerini gördükçe
üzülmüştür. Müslüman kardeşlerinin bu hâlde olmasının mahcubiyeti, mesuliyeti
onu derinden yaralamıştır. Bu duyguları derinden hisseden yürek, orada gördüğü
olumsuz manzaralar sebebiyle bu kardeşlerini değil, onların elinden
tutmayanları, onlara arka çıkmayanları sorumlu tutar. Zira hac, dünyanın
neresinde yaşarlarsa yaşasınlar bütün Müslümanların aynı değerlere sahip
oldukları ve bu değerlerin kendilerine ortak bir zemin oluşturduğu gerçeğini
ispatlar. Hacca giden Müslüman; bir ailenin ferdi, bir köyün, bir kasabanın
veya bir şehrin sakini ve bir devletin vatandaşı olarak ülkesinden ayrılır, bir
ümmetin mensubu olarak memleketine döner. Hacı, Allah’ın evinden kendi evine
dönerken, bunun aslında yine Allah’a yapılan bir dönüş olduğunu bilir. “Biz Allah içiniz ve yine
Allah’a döneceğiz” (Bakara, 2/156) şuuruyla hareket eder.
Bunun, sembolik ve geçici bir vuslattan gerçek ve nihaî bir vuslata dönmek
olduğunun farkındadır. Yolculuğun sürekli devam ettiğini ve bir gün hayat
yolculuğunun da sona ereceğini düşünür. Kıyamete kadar insanlığın yolunu
aydınlatacak olan ışığın kaynağı kutsal mekânlarda günahlarından arındıktan
sonra, bu arınmışlığın korunması, sürdürülmesi ve geliştirilmesi için gereken
gayreti göstermek hacının başlıca görevidir. Hacı, evine dönünce iki
rekât namaz kılarak önemli bir ibadeti eda etmeyi nasip ettiğinden
dolayı Cenab-ı Hakk’a şükreder. Kendisini ziyarete gelenlere hacda
şahit olduğu güzellikleri anlatır. Bu mübarek zaman ve mekânda yaşadığı feyzi,
bereketi ve muazzam sahneleri onlarla paylaşır. Milyonların bir arada bulunduğu
bu yoğunlukta birtakım rahatsızlıklar, yanlışlar, tatsızlıklar müşahede etse
de, kutsal iklime vefanın gereği bunları anlatmaz. Orada şahit olduğu birtakım
olumsuzlukların nasıl bertaraf edilebileceği üzerinde İslam toplumunun bir
parçası olarak kafa yorar. Bunları aktarmak yerine -başkalarını teşvik olsun
diye-gönlünde iz bırakan iyi intibaları, olumlu sahneleri anlatır.
Mahşer provası yapmış olan hacı için artık hayat, hacdan
önce ve hacdan sonra olmak üzere ikiye ayrılmıştır. Artık hac sonrasında
açılmış beyaz bir sayfa, lekesiz bir kalp ve inşallah
günahları silinmiş bir amel defteri vardır. Hem geçmişe hem de
âhirete bir yolculuk yapan hacı, gördüğü ve yaşadığı bu hakikatlerden
sonra, elde ettiği safiyetini korumaya gayret edecektir. İslam’a göre, hacdan
döndükten sonra, sorumlulukta herhangi bir değişiklik yok ise de, halkımızın
muhayyilesinde onun “iyi bir Müslüman” hâline dönüşmüş olması
beklentisi yatmaktadır.
Halk arasında “haccı tutmak” diye bir tabir
kullanılmaktadır. Aslında beklenti, tıpkı orucun oruçluyu tutmasında olduğu
gibi, bu hac tecrübesinin hacıyı tutmasıdır. Her ne kadar “oruç tutmak”, “haccı
tutmak” diye ifade ediliyorsa da, gerçekte oruç ve hac sahibini
tutmaktadır. Bu hac; haram kazanca, her türlü olumsuz
davranışa, nefsine, şehvetine ve şeytana karşı sahibini tutarsa, hac tutulmuş
olacaktır. Aksi takdirde oruç tuttuğu hâlde, kendini tutamayan kişinin durumu ne
ise, haccettiği hâlde hac tarafından korunmayan kişinin durumu da aynıdır.
Müslüman olmak kadar, Müslüman ölmek nasıl şart ise, hac yapmak kadar hacdan
döndükten sonra orada kazanılan güzel hasletlerin korunması da o derece
önemlidir.
İnsanlar hacıyı örnek bir Müslüman olarak görmek isterler. Bu bakımdan bilhassa
olumsuz tutum ve davranışlarının İslam’ın aleyhinde propaganda malzemesi
yapılacağını göz önüne alarak hacı, kesinlikle doğruluktan,
dürüstlükten taviz vermemeli, hakkı hukuku gözetmelidir.
Her Müslüman’ın görevi olmakla birlikte özellikle hacı, İslam’ın
güzelliğini yaşantısıyla fiilen göstermelidir. Bu sebeple İslam’a aykırı
düşecek tavır ve davranışlardan şiddetle sakınmalıdır. Bunun için yalan,
haksızlık, hıyanet, ahde vefasızlık, aldatma, kandırma, eksik ölçme ve tartma
gibi ahlaka aykırı tutum ve davranışlardan daima uzak durmalıdır.
Gerek dürüstlük, doğruluk, özü sözü bir olmak gibi ahlakî
nitelikler açısından, gerekse İslamî bilinçlenme noktasından
hacdan sonraki hayatının, hac öncesine kıyasla daha ileride olması,
makbul haccın en açık belirtisidir. Yaptığı hac, Müslüman’ın Allah’a saygısını,
takvasını ve âhiret hayatına daha iyi hazırlanma şevkini ne derece artırmışsa,
Allah nezdinde haccı o derece kabul görmüş demektir. Bundan dolayı hacı, hacdan
sonraki hayatını hac günlerinde yoğunlaştığı İslamî yaşantı doğrultusunda
sürdürme çabası içinde olmalıdır. Allah’a verdiği sözü daima hatırında tutarak
İslam’ın onaylamadığı her türlü kötü söz, fiil ve davranıştan uzak durmalıdır.
Hacer-i Esved’de yaptığı sözleşmeyi, ahdi bozmamalıdır. Çünkü orada bundan
böyle Allah’ın emir ve yasaklarına karşı gelmeyeceğine dair
söz vermiş olmaktadır. Kısacası şeytanın ya da hevâ ve hevesinin peşine
takılarak ahde vefasızlık etmemelidir.
Hac, Müslüman’a, din kardeşlerinin derdini dert edinme bilincini
kazandırmış olmalıdır. Çünkü Müslümanların derdini dert edinmeyen, onlardan
değildir. Kâbe’nin etrafında, Arafat’ta, Müzdelife’de, Mina’da, müminler
denizinden bir damla olarak onlarla aynı kalıba girip de hacdan sonra bu
denizin bir damlası olmayı reddetmek, bir hacı için nasipsizliğin en büyüğü
olur. Bu yüzden hacının gönlünde din kardeşine karşı en ufak bir kin, husumet
ve nefret kalmamalıdır.
Hacı, her gün beş vakit Kâbe’ye ve Rabbine yönelirken Kâbe’ye manevî bir
yolculuk yapabilme bilincini kazanmış olmalıdır. Bunun için kulluk şuuruna
ermek gerekmektedir. Kâbe’ye varış, bu şuura ermenin fırsatını sunmaktadır.
Önemli olan bu fırsatı iyi değerlendirebilmektir. Bunun yolu ise, kişinin
kendini Allah’tan uzaklaştıran tüm unsurlardan Kâbe’de arınma kararlılığına
ermesinden ve bu kararlılığın önünde engel teşkil edebilecek tüm nefsî
eğilimlerden sıyrılıp çıkmasından geçer.
Yolculuk sona ermiştir. Hacca dair vazifelerini sırayla yerine getiren
hacı, yorgun ama mutludur. Zaman zaman gönül dünyasında İslam tarihine gitmiş,
önce Hz. Peygamber’in hayatının Mekke dönemini yaşamıştır: Gizlilik, endişe,
davet, baskı ve işkence, abluka yılları, önce Habeşistan’a, sonra Medine’ye
hicret... Kırk yıl risalet öncesi, on üç yıl da Mekke dönemi olmak üzere tam
elli üç yıllık bir hayat mücadelesi, film şeridi gibi geçmiştir gözlerinin
önünden. Bu yolda, Mekke’nin sarp kayaları kadar keskin ve katı kalpli
zorbalara karşı Allah Resûlü’nün bir avuç insanla birlikte ortaya koyduğu
çabaları düşünmüştür. Sonra Saadet Asrı’nın Medine dönemini yaşamıştır: İlim,
ibadet, medeniyet, savaş, sabır, cesaret… Çok sevdiği Mekke’den ayrıldıktan tam
on sene sonra orayı kan dökmeden fetheden Sevgili Peygamberini hayal etmiştir,
onun dilinden Veda Hutbesi’ni dinlemiştir. İnancın, azmin,
sabrın yirmi üç sene gibi çok da uzun sayılmayacak bir sürede nasıl bir zafere
dönüştüğünü görmeye, bu değişim ve dönüşümün mimarı olan önderi ve rehberi daha
iyi tanımaya, onun örnek mücadelesini yerinde anlamaya çalışmıştır. İnancını ve
bilincini, sevgisini ve hürmetini, edebini ve ahlakını güçlendirerek dönmüştür
hacdan. Evindedir artık ve aslında yolculuk bitmemiştir…
Bu başlık altında yıllardır ülkemizden kutsal topraklara giden bazı
hacılarda görülen eksiklikler dikkate alınarak bazı tavsiye ve uyarılarda
bulunulacaktır.
A. İbadetler Hakkında
- Hacılarımızın Mescid-i Haram’da ve Mescid-i Nebevî’de kendi aralarında
fazlasıyla konuştukları görülmektedir. Hacı bunun yerine zamanını, nafile
namaz, dua, zikir, tefekkür ve Kur’an okuma gibi amellerle
değerlendirmelidir.
- Mescid-i Haram’a ve Mescid-i Nebevî’ye girildiğinde, kerahet vakti
değilse, iki rekât Tahiyyatü’l-Mescid adı verilen “Mescidi
Selamlama” namazı kılınmalıdır; bu sünnettir.
- Namaz için saflar arasına girmek isteyenlere yardımcı olunmalı, yer
verilmelidir. Bu hususta “Ey iman edenler! Size, ‘Meclislerde yer
açın!’ denildiği zaman yer açın ki, Allah da size genişlik versin.” (Mücâdele, 58/11)
şeklindeki Kur’an emri hatırlanmalıdır. Önünden geçenlere, safı aralayıp geçmek
isteyenlere müdahale edilmemelidir.
- Mecbur kalınmadıkça namaz kılanların önünden geçilmemelidir. Bu konuda
birçok Müslüman’ın hassas olduğu ve önünden geçenleri namaz içinde kolunu
uzatarak engellemeye çalıştığı unutulmamalıdır.
- Hacılarımızın Cuma namazından sonra, Mescid-i Haram’da ve Mescid-i
Nebevî’de dahi Zuhr-i âhir namazı kıldıkları görülmektedir.
Bunun yerine nafile veya kaza namazı kılmaları daha uygundur.
- Hanım hacılar, Kâbe’de mümkün mertebe hanımların
namaz kıldığı yerleri kullanmalıdırlar.
- Yapılan ibadetler, edilen tavaflar başkalarına anlatılmamalı, riyadan,
gösterişten sakınılmalıdır.
- Defalarca umre yapmaktansa, fazla tavaf yapmak tercih
edilmelidir.
- Farz namazlar ev, otel veya otele yakın herhangi bir mescit yerine, çok
daha sevap olduğu için Mescid-i Haram’da ve Mescid-i
Nebevî’de kılınmalıdır.
- Hacılar, mescitte yer bulunmaması ihtimaline karşı yanlarında, üzerinde
namaz kılabilecekleri bir seccade veya ince bir bez taşımalıdır.
- Gerek Mekke ve
Medine’de yaşayan, gerekse dışarıdan gelen ve yoksul olduğu anlaşılan
kişilere sadaka verilerek yardımcı olunmalıdır.
B. Davranışlar hakkında
- Haccın her şeyden önce bir sabır eğitimi olduğunun
bilinciyle hareket edilmeli, şartlar ne olursa olsun kimseye kızılmamalı,
kimseyi kırmamalı, haklı olunsa dahi sabredilmelidir. Hacı,
Kur’an’ın ifadesiyle “öfkesini yutmalı”dır.
- Hac esnasında alışveriş caiz olmakla birlikte, gereksiz
yere çarşılarda dolaşılması hem bedeni, hem de zihni yormakta; mübarek
mekânlarda yapılacak ibadetleri de olumsuz etkilemektedir. Sayılı günlerde
yapılacak en kârlı ticaretin, Kâbe tavafıyla gerçekleşeceği akıldan
çıkarılmamalıdır.
- Hediye veya eşya satın almada yarışmak yerine, hizmet ve ibadette
yarışılmalıdır.
- İslam ahlakına yaraşır davranışlar sergilenmeli, kaba, sert ve kibirli
tavırlardan sakınılmalıdır. Hem bir Müslüman olarak, hem de mensup
olduğumuz milletin bir ferdi olarak olumsuz bir imaj bırakmaktan
sakınılmalıdır.
- Tüm Müslümanlara karşı anlayışlı olunmalı, görülen her türlü olumsuz
davranışa müdahale edilmeyerek, soğukkanlı, sabırlı ve hoşgörülü davranılmalıdır.
- Haccın, İslam kardeşliğinin en fazla kendini göstermesi gereken yerlerden
biri olması gereği göz önüne alınarak olabildiğince diğer Müslümanlarla selamlaşma,
iletişim kurma ve kaynaşma cihetine gidilmelidir. Zira “Müslüman’ın kardeşine
tebessümü bile sadakadır.”
- Hac, farklı ülke ve bölgelerden gelen kardeşlerin tanışma yeridir.
Herhangi bir ülkenin hacıları, diğer ırk ve ülke hacılarına karşı üstünlük
taslamamalıdır. Bu bir Cahiliye âdeti olup, İslam tarafından kesinlikle
yasaklanmıştır. “Arap olanın olmayana, Arap olmayanın da
olana herhangi bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük, ancak takva yani Allah
karşısındaki sorumluluk bilinci iledir.”
- Hacda başkalarını hakir görme, küçümseme, ayıplama,
arkasından konuşarak küçük düşürme gibi hatalı tavırlardan şiddetle
sakınılmalıdır. Çünkü “Mümin kardeşini hakir görmesi, günah olarak
kişiye yeter”.
- Diğer Müslümanları tenkitle meşgul olmak yerine kişi, kendi
eksikliklerini ve kusurlarını telafi imkânlarına yoğunlaşmalıdır.
- Hacda olumlu düşünmeye, uyum göstermeye ve uyumlu hareket etmeye özen
gösterilmelidir.
- Diğer hacılar hakkında hüsn-i zan sahibi olunmalı, sû-i zandan kesinlikle
sakınılmalıdır.
-Hac gibi zorlu bir süreçte, kul haklarına riayete ayrı bir özen
gösterilmelidir. İnsanlarla eşitlenilmesi, farkların ortadan kaldırılması, kul
olmanın öncelenmesi gereken bir ortamda kişinin kendi için birtakım
ayrıcalıklar araması haccın ruhuyla bağdaşmaz.
- Hac süresince, îsâr (başkalarını kendisine tercih)
erdemine özellikle önem verilmelidir. Bencil davranışlardan sakınılmalı, diğer
hacılara öncelik verilip yardımcı olunmalıdır.
- Hacı, kendisi için istediğini başkası için de istemeli, kendisi için
arzulamadığını başkaları için de arzulamamalıdır.
- Küçüklere sevgi, büyüklere saygı gösterilmeli, yaşlı, özürlü, hasta ve
yardıma muhtaçların yardımına koşulmalıdır.
- Arafat’ta kumdan
öbekler yapmak; oraya mektup veya çocuk çamaşırı bırakmak; oradan deve dili
getirmek; mübarek olduğu zannıyla oralardan taş toprak almak gibi İslam
inancına ters düşen bazı hurafelere kesinlikle yeltenilmemelidir.
C. Sağlık hakkında
- Temizlik imanın gereğidir. Bu nedenle ortak kullanım alanları temiz
tutulmalı, kirletilmemelidir.
- Hacı yediklerine dikkat etmeli, güneş, klima ve hava akımına karşı
sağlığını korumalıdır.
- Hem sağlık, hem de israf açısından zararlı olan sigara alışkanlığına, bu
mukaddes iklimde son verilebilir. İhram içerisinde dahi sigara içilmesi, ihram
yasaklarının yeterince anlaşılmadığının göstergesidir.
- Özellikle yaşlı, kilolu, tansiyon hastası, kalp ve solunum yetersizliği
olan hacılarımız, hayli yüksek olan ve yorucu bir tırmanışı gerektiren Hira ve
Sevr mağaralarına kesinlikle çıkmamalıdır.
- Özel ilaç
kullananlar veya hastalıkları için özel ilgi gerekenler, bu durumlarını
arkadaşlarına ve ilgililere mutlaka bildirmelidir.
D. Güvenlik hakkında
- Hırsızlık ve yankesicilik olaylarına karşı dikkatli olunmalı, fazladan
para veya değerli eşya taşınmamalı, bu konuda gerekli tedbirler alınmalıdır.
- Güvenlik açısından, özellikle bayanlar yalnız dolaşmamalı, yalnız başına
vasıtaya binmemelidir.
- Gerek Suud polisi veya askerinin, gerekse kafile başkanlarının
uyarılarına uyulmalıdır.