Allah’ı tanımak, O’na
kulluk etmek, hayatını O’nun belirlediği program dahilinde yürütmek insanın
temel görevidir. Çünkü Yüce Allah onu bunun için yaratmış ve din duygusu ile
yüklü olarak dünya sahnesine çıkarmıştır. Bütün yaratıklar içinde “emâneti” sadece
o yüklenmiş, buna karşılık olarak yeryüzünün halifesi ve mimarı
olmuş, bütün varlıklar onun hizmetine verilmiştir. Akıl, muhakeme,
anlama ve irade gibi birçok yetenekle donatılan ve
ilâhî vahiy ile kendisine rehberlik edilen insan, üstlendiği “kulluk
görevini” yerine getirip getirmeme konusunda serbest bırakılmıştır. Bu
özgürlük içinde ilk insandan bu yana aklını kullanıp ilâhî vahye kulak
verenlerin yanında şeytana uyup heva ve hevesini ilâh edinenler de olmuştur.
Yaratıklarına son derece merhametli olan Allah, ilk insandan beri her topluma
peygamber göndermek suretiyle insanları kulluk görevlerini yapmaya çağırmıştır.
Bu çağrıya uyanlar, ilki Kâ’be olmak üzere yeryüzünde pek çok mabet
yapmışlardır. Kur’ân’da bildirildiğine göre (Bakara, 2/127) Kâ’be, Hz. İbrahim
ve oğlu Hz.İsmail (a.s.) tarafından inşa edilmiştir. İnşaatın bitiminden sonra
İbrahim ve İsmail (a.s.)’ın,“Rabbimiz! Bize ibadet
yerlerini ve ilkelerini göster” (Bakara, 2/128) diye dua etmeleri
üzerine Yüce Allah, onlara hac ibadetinin nasıl yapılacağını vahiy meleği Cebrail
vasıtasıyla öğretmiş ve “İnsanlar arasında haccı ilan et ki gerek
yaya olarak gerek uzak yollardan gelen yorgun develer üzerinde sana gelsinler” emrini vermiştir
(Hac, 22/27). Hz. İbrahim (a.s.) insanları hacca çağırmış, bu çağrıya
uyanlar Mekke’ye gelip hac görevini ifa etmişler, Kur’ân’ın beyanı
(Hac, 22/28-30) ile bir takım menfaatlere tanık olmuşlar, Allah’ın adını
anmışlar ve günahlardan temizlenmişlerdir. Son peygamber Hz. Muhammed (a.s.)’ın
peygamber gönderildiği döneme kadar hac ibadeti devam etmiş, ancak uygulamasına
bir takım putperest gelenekler karıştırılmıştı (Enfâl, 8/34). İslam bunları temizleyerek
hac ibadetini tevhit inancına uygun hale getirmiştir. Hicretin 9. yılında
nazil olan Âl-i İmrân suresinin 97. âyeti ile hac Müslümanlara farz
kılınmıştır. Bu yıl, Hz. Ebûbekir’i hac emîri olarak görevlendiren Hz.
Peygamber (a.s.), hicretin 10. yılında yüz bini aşan sahabî ile birlikte hac
yapmıştır. Peygamberimizin yaptığı bu hacca, son haccı olduğu ve
sahabilerle vedalaştığı için “Veda Haccı”; Müslümanlara hac ibadetinin
bütün hükümlerini hem nazarî olarak bildirdiği, hem de pratik olarak gösterdiği
için “Belağ Haccı”, haccın farz kılınmasından sonra ilk haccı olması
dolayısıyla da “İslâm Haccı” denilmiştir. İslam’ın beş temel esasından
biri olan hac ibadetini yerine getirmek için 15 asırdır Müslümanlar, dünyanın
dört bir yanından kutsal topraklara, Kâ’be’ye ulaşmaktadırlar. Diğer ibadetlere
nispetle daha teferruatlı ve sabır gerektiren bir ibadet olan hac; insana
nefis terbiyesi, irade eğitimi ve davranışlarını disiplin altına alma imkânını
sağlar. Çünkü, insan ihrama girmekle başlayan yasaklara uymak, izdiham
ve sıcağın verdiği zorluklara tahammül etmek zorundadır. (Diyanet
Yayınlarından)
Tevhid kelimesini, kulları için bir kalkan ve
bir kale / sığınacak yer kılan Allah’a hamd olsun. Ki Allah O eski evi/ Beyt-i
Atik adı da verilen Kabe’yi insanlar için bir güven ve emniyet yeri
kıldı. Burayı kendisine nispet ederek Beytullah/Allah’ın evi adını
verdirerek şeref ve saygınlık kazandırdı. Böylece Kabe’yi bir
korunma ve lütuf yeri haline getirdi. Burayı ziyaret etmeyi ve tavaf ederek
ilgili görevi yapmayı, kulları için azap ile kulu arasında perde
ve bir kalkan yaptı. Bütün bunları bizlere lütfeden Rabbimize hamdolsun.
Salat ve selam Rahmet Peygamberi, Ümmetin Efendisi Hz. Muhammed’e, Ehl-i
Beytine ve hak öncüleri, halkın efendileri/büyüklerin ashabına olsun.
Rasüllüllah (SAV) Şöyle buyurur:
“Şeytanın, Kurban Bayramı Arifesindeki günde olduğu
gibi başka hiçbir günde daha küçülmüş, daha çok kahredilmiş, aşağılanmış ve
daha çok öfkeli olduğu görülmemiştir”.
Bunun sebebi de, şeytanın inen rahmeti görmesidir. Bu
sayede Yüce Allah, kullarının tüm büyük günahlarını silmektedir,
bağışlamaktadır. Nitekim Şöyle rivayet olunmuştur:
“Günahlar arasında öylesi olanlar var ki, o günahlar
ancak Arafat’ta vakfede durulunca bağışlanır”.
“Kabe’nin
üzerine hergün 120 rahmet iner. Bunun 60’ı tavaf yapanlar içindir, 40 tanesi
namaz kılanların üzerine iner, 20 rahmet de bakanlar içindir”.
“Beytullah’ı
çok çok tavaf ediniz. Çünkü kıyamet gününde amel defterlerinizde
bulabileceğiniz en büyük ibadettir ve aynı zamanda orada bulabileceğiniz en çok
imrenilen/gıbta olunan ibadettir”.
“Yüce
Allah, her yıl, Beytullah’ı altıyüzbin kişinin hac edeceğini vadetmiştir. Eğer,
bu sayı düşecek olursa, Yüce Allah bu sayıyı meleklerle tamamlamak suretiyle
eksiğini kapatır. Aslında Kabe, mahşer gününde zifafa hazır gelin gibi gelir.
Kendisine hacca gelenlerin tümü, onun perdesine tutunmuş olacaklar. Böylece
onun çevresinde yürü dururlar; ta ki gelip cennete girinceye dek. Kabe de
onlarla birlikte cennete girer.”
Hz. Adem (AS) hac ile ilgili ibadet görevlerini
tamamlayınca melekler kendisini karşıladılar ve ; “Ey Adem, haccın mübarek
olsun/Allah kabul buyursun. Ey Adem, biz senden iki bin yıl önce bu Beytullah’ı
ziyaret/haccetmiştik’ dediler.” (İmam Gazali)
* Umre Yolcuğu, bir ibadet yolcuğudur.
* Kişinin ‘’manevi hayatını gözden
geçirmesi ve ruhi yenilenme’’ gerçekleştirebilmesi için önemli bir
fırsattır.
* İlk insan ve ilk peygamber Hz. Adem (AS) den
itibaren pek çok peygamberler de ‘’Yüce Allah a bağlılık ve
Teslimiyetini’’ göstermek için Kabe ye ziyaret etmişlerdir.
* Umre; geçmişte içine düştüğümüz hataların
ve günahların ağır yükünü atabilmek, geleceğe yönelik “hayatımızda
tertemiz bir sayfa” açabilmek için büyük bir imkan sağlar.
* Umre, hayatımızdaki yanlışları düzeltmek, kendimizi çek etmek, nefis
muhasebesi yapmak için önemli bir fırsat sağlar. Kendimizi yenilemek,
eksiklerimizi gidermek, iyi bir kul ve iyi bir müslüman olabilmek için
bir milattır.
Umre
yolculuğu, hac yolculuğu gibi bir ibadet yolculuğudur. Bu yolculuk, kişinin
manevî hayatını gözden geçirmesi ve ruhî bir yenilenme gerçekleştirebilmesi
için önemli bir fırsattır. Kişinin kendini, yolunu, hayat yolculuğundaki
yerini ve sonuçta Rabbini tanıması için bu fırsat iyi değerlendirilmelidir.
Bunun için başından sonuna kadar bu yolculukta ibadet bilincinin muhafaza
edilmesi gerekir. Çünkü bu bilinç kaybedilirse yapılan yolculuk anlamını
yitirir ve manevî açıdan içi boşaltılmış bir seyahate dönüşür. Böyle bir konuma
düşmemek için, ilk insan ve ilk peygamber Hz. Âdem (a.s.)’den itibaren pek çok
ulu’l-azm peygamberin Allah’a bağlılık ve teslimiyetine tanık
olan kutsal topraklara doğru yola çıkarken bir bakıma kendimizi yeniden
keşfetme yolculuğuna çıktığımızın farkında olmalıyız.
Umre, Müslüman’ın
hayatında dönüm noktası teşkil eden ibadetlerdendir. Bu ibadet, kişinin manevî
dünyasını geliştirmesi ve yenilemesi için önemli bir fırsattır.
Kişisel açıdan bir manevî gelişim yolculuğu olarak nitelendirilebilecek bu
kutsal seyahatin amacına uygun bir şekilde gerçekleşebilmesi için, bilinçli bir
şekilde yerine getirilmesi gerekir. Manevî dünyasında yeni bir pencere açmak,
hayatında olumlu bir gelişme meydana getirmek amacıyla çıktığı bu kutsal
yolculukta kişinin amacına ulaşması için, zihnen, kalben, fikren yoğunlaşarak umre yapması
gerekir. Böylece yanlış yöneliş, duygu, düşünce ve günahlardan arınacak,
temizlenecek ve hayatında yepyeni tertemiz bir sayfa açmış
olarak bu yolculuktan dönecektir.
İnsan olarak, kul
olarak herkesin geçmişte birtakım eksiklikleri, hataları ve yanlış yönelişleri
olabilir. Muhakkak ki bunları işlememiş olmayı çok arzu ederiz. Ancak kutsal iklimde
içinde bulunulan atmosfer, geçmişte içine düştüğümüz yanlışların ve günahların ağır yükünü
atabilmek, geleceğe yönelik olarak da hayatımızda tertemiz bir sayfa açabilmek için
büyük bir imkân sunmaktadır. Çünkü Allah’ın insanları affettiği ve duaları,
tövbeleri geri çevirmediği mübarek mekânlarda bulunmak, bunun için önemli bir
fırsattır. İçtenlikle yapılacak duaların asla geri çevrilmeyeceği bu atmosferi
iyi değerlendirebilmek ve bundan sonraki hayatımız için tertemiz bir sayfa
açabilmek için umre yolculuğumuzun, hayatımızın geri kalan süresi açısından bir
sözleşmeye dönüşmesi gerekir. Bu, geçmişte işlediğimiz ve İslâmî bir şuurla
bağdaşmayan her şeyi silip süpürüp atmak ve hayatımızda yeni bir sayfa açmak
üzere yapılacak bir sözleşmedir. Tıpkı
Mina’da Akabe biatleriyle, temel insanî ve ahlâkî değerlere bağlı
kalacaklarına dair Hz. Peygamberle sözleşme yapan Medineli sahabiler
gibi. “Bu sözleşmede kişi; bundan böyle hiç kimseye haksızlık
yapmayacağına, kul hakkı yemeyeceğine, kendisine emanet edilmiş olan diğer
mahlûkat ile ilişkilerini Allah’ın koyduğu sınırlar içerisinde sürdüreceğine,
tabiatı ve sosyal çevreyi tahrip etmeyeceğine, yeryüzünü imar edeceğine ve
orada bozgunculuk yapmayacağına, Allah elçisinin çizdiği yoldan sapmayacağına,
yoldan sapmış insanları kılavuz edinmeyeceğine, İslâm’ın ortaya koyduğu
güzellikleri insanlara ulaştırmak için çalışacağına, haksızlıklara arka
çıkmayacağına, Allah’ın çizdiği sınırları koruyacağına ve onları ihlal
etmeyeceğine, iyi bir insan ve iyi bir müslüman olacağına söz verecektir.” Umre yolculuğu
böyle bir sözleşmeye dönüştürülebildiği takdirde anlam kazanır ve kişinin
kendini yenilemesine ve gönül dünyasını arındırmasına vesile olur. Umre
yolculuğunu, böyle bir misakın randevusu hâline getirebilenler, umre
yolculuğunun içini doldurmuş olurlar.
Umreye niyet etmek üzere girilen ihram, bu misakın simgesidir. İhram, elbise
değildir. İhram, niyet ve telbiyedir. Bir karardır. Bir ikrardır.
Kibirden, gururdan, kendini beğenmişlikten, bencillikten, gösterişten sıyrılıp
ihlâsı ve takvayı kuşanmaktır. İhram giysileri, bu kararın ve ikrarın dış
görüntüsünden ibarettir. Umre yapan kişi ihrama girmekle bu ikrarını ortaya
koyar ve bunu Telbiye ile
seslendirir. Bu ikrarın verdiği heyecanla dağlara, taşlara, vadilere, tepelere
ve her karşılaştığı topluluğa kararını haykırır. Telbiye, bu ikrarın
sloganıdır. ‘Buyur Allah’ım! Senin koyduğun ölçüleri gözeteceğim’ demektir.
Umre
yolculuğuna çıkanlar bağlamında düşünüldüğünde, şeytanın en çok uğraştığı
hususlardan biri, bu mübarek yolculuğu sıradan bir yolculuk hâline dönüştürmek
ve bu kutsal yolculuğun içini boşaltmaktır. İçi boşaltılmış bir tür umre yolculuğundan
Allah’a sığınmak gerekir. Bu bakımdan umre yolculuğunun, tertemiz bir milada dönüştürülmesi
hedeflenmelidir. Basit birtakım meselelere takılıp kalıp umre yolculuğunu
anlamsız hâle getirmemeye özen göstermelidir. İbadeti anlamsızlaştıran bu tür
bir yolculuğun umrenin işlevini yansıtması düşünülemez. Tıpkı namaz kıldığı
hâlde namazından gafil olanlar ve kıldığı namazı, kendilerini kötülüklerden alıkoyamayanlar
gibi. İşte bu sebeple, umre yolculuğumuzun içi boşaltılmış kuru, kupkuru bir
seyahat olarak kalmaması ve yalnızca kutsal topraklarda karşılaşılan birtakım
olaylarla anılan ve yaşanan hatıraları anlatılan kuru bir seyahate dönüşmemesi
için, bu randevumuzun hayatımızda yeni ve temiz bir sayfa açma sözleşmesine
dönüşmesi gerekir.
Bu sözleşme, gizli ve açık her şeyi bilene,
her şeye gücü yetene, hiçbir şey bilgisinin ve gücünün dışında kalmayana,
sınırsız güç sahibine, kendi kendine yeterli olana karşı teslimiyet sözleşmesi
olacaktır. Bu sözleşme bir teslimiyet sözleşmesi olacağı
için, şart koşma makamında değiliz. Çünkü ibadet alanı, Allah’ın koyduğu
ölçülere teslim olma yeridir. Tıpkı “Rabbi, ona teslim ol, demiş o da, âlemlerin
Rabbine teslim oldum, demişti” (Bakara,
2/131) ayetinde ifade edildiği gibi bir teslimiyet… Böyle bir teslimiyet kararı
taşımadan yapılacak bir umre yolculuğunun, kendisinden beklenen sonuçları ortaya
koyması düşünülemez.
Harem
iklimi, tövbelerin kabul edildiği bir iklimdir. Tövbe esasen dönüş demektir. Bu dönüşü gerçekleştirmek için umre
bize en güzel fırsatı sunmaktadır. Hayatımızdaki yanlışları anlamak, kendimizi
kontrol etmek, nefis muhasebesi yapmak için önemli bir fırsattır bu. Kendimizi
yenilemek, eksikliklerimizi gidermek, iyi bir insan ve iyi bir Müslüman
olabilmek için bir milattır.
Umreye
niyetlenmek, tıpkı hacca niyette olduğu gibi samimiyeti kuşanmaktır.
Samimiyeti kuşanmadan umre yapılmaz. Takva eğitimine girmektir, bu
yolculuğa çıkmak. Kardeşlik bilincine ermek, insanı insan yapan değerlerin
şuuruna varmaktır. Hz. Peygamberin getirdiği evrensel ilkeleri benimseme ve
hayata geçirme sürecine girmektir. Bu süreçte kişi bencilliği yenmeyi
öğrenecek, kendinden önce başkalarını düşünme anlayışı ve zihniyeti
kazanacaktır.
Umre vesilesi
ile yapılan Medine-i Münevvere ziyareti de, gönlümüzü Hz. Peygamberin getirdiği
değerlere olabildiğince açma vesilesi olmalıdır. Hz. Peygamberi ziyaret
ederken gönlümüz onun getirdiği değerlere kapalı olursa, bu ziyaretin ne anlamı
olabilir? Medine’den, İslâmî duyarlılığımızı bulunduğu noktadan daha ileri
taşımış olarak dönmeliyiz.
Her karışı, Resûlullah (sas)’ın ve
sahabe-i kiramın hatıraları ve izleriyle dolu bir coğrafyaya yolculuk
yaparken, aslında onların yaşadığı döneme doğru tarihin derinliklerine de bir
yolculuk yapmak ve onların İslâm namına yaptıkları fedakârlıkları hatırlamak
ve İslâm’ın bize nice güçlüklerle ulaştığını anlamak ve sahip olduğumuz bu
büyük nimetten dolayı, Cenab-ı Hakk’a şükretmek ve bu büyük nimetin bize
ulaşmasını sağlayanları hayırla yâd etmek gerekir.
"Umre yapmak
için, Mikad sınırlarını geçmeden önce ihrama girilmesi gereklidir."
Kelime olarak “İhram”,
haram kılmak demektir. Normal durumlarda yapılması dinen yasaklanmamış olan
bazı iş ve davranışların, hac ve umre yapacak kişiler için belli bir süre yasak
kılınması anlamına gelir. Söz konusu yasaklar, umreye niyet edip ihrama
girmekle başlar.
İhrama girmeden önce
genel bir vücut temizliği yapılır. Mümkünse gusledilir, değilse abdest alınır.
Erkekler, iç çamaşırları
da dâhil normal giysilerini çıkarır, sadece “izar” ve “rida” denilen
iki parça ihram örtüsüne bürünürler. Bunların beyaz renkli ve yeni olması güzel
olur. Başlarını açık tutarlar, çoraplarını ve ayakkabılarını çıkarırlar.
Ayaklarına terlik ve benzeri şeyler giyerler.
Bayanlar ise normal
kıyafetlerini değiştirmezler. Çorap, ayakkabı giyebilirler. Yüzlerini açık
bırakarak başlarını örterler.
Şayet, mekruh bir vakit değilse, iki rekât “ihram namazı” kılınır.
Namazın ilk rekâtında, Fatiha’dan sonra “Kâfirûn”, ikinci rekâtında “İhlâs” sûrelerinin okunması güzel olur. Namazdan sonra niyet edilmesi ve Telbiyenin
söylenmesiyle ihrama girilmiş olur.
İhrama girildiği andan itibaren ihramdan çıkıncaya
kadar “ihram yasakları” olarak
ifade edilen bir dizi yasaklar başlar.
Umre Yapmak için Mikad sınırlarını geçmeden önce ihrama girilmesi gereklidir. İhramı giydikten sonra,
1 - İKİ REKAT İHRAM NAMAZI KILINIR,
“Niyet ettim Allah Rızası için iki rekat İhram Namazı
kılmaya” ( Fatiha’dan sonra Kafirun – İhlas süreleri okunur) daha sonra;
2 - UMRE’ YE NİYET EDİLİR,
“ Allah ım! Senin rıza için Umre yapmak istiyorum,
Bunu bana kolaylaştır ve kabul eyle” denir. Daha sonra,
3 - TELBİYE GETİRİLİR
“ Lebbeyk Allahümme lebbeyk, lebbeyke la şerike leke
lebbeyk, innel hamde venni’mete leke velmülk, la şerike’lek” söylenir.
Anlamı “Buyur Allah’ım buyur, emrindeyim buyur!
Senin hiçbir ortağın yoktur. Emrindeyim buyur! Şüphesiz hamd sana mahsustur.
Nimet de senin, mülk de senindir. Senin hiçbir ortağın yoktur”.
Böylece Niyet ve Telbiye ile ihrama
girilir ve ihram yasakları da başlamış olur. Umre için Mekke ye varmış
olanlar Telbiye ve Tekbirlerle Mescid-i Haram’a gelirler.
4 – KABE’yi İLK GÖRÜNCE YAPILACAK DUA ;
“ Allah’ım! Bu Kabe’nin şerefini, yüceliğini,
saygınlığını ve iyiliğini de arttır. Allah’ım! Sen esenlik sahibisin, esenlik
sendendir. Ey Rabbimiz! Bizi esenlikle yaşat” diyerek dua edilir. Daha sonra;
5 - UMRE TAVAFINA NİYET EDİLİR :
“ Allah’ım! Senin rızan için Umre Tavafını yapmak
istiyorum, bana kolaylaştır ve kabul eyle” diyerek Umre tavafı yapılır.
“TAVAF”, yeşil ışık hizasında Hacer-ül Esved köşesinden başlayıp,
yine aynı köşede tamamlamak üzere Kabe’nin etrafında 7 defa dönmektir. Her bir
dönüşe“ŞAVT” denir. Yedi şavt bir tavafdır. Tavafa başlarken ve her
dönüşte Hacer-ül Esved hizasına gelince “Bismillahi Allahu Ekber” denilerek “İSTİLAM” edilir. İzdiham yoksa
yaklaşmak mümkünse HACER-ÜL Esved öpülür, değilse karşısından işaretle
selamlanır. Tavaf sırasında Kabe sol tarafımızda kalacak şekilde dualar ederek,
KABE’nin etrafında dönülür. Tavaf sırasında erkekler ilk üç şavtında daha
heybetli yürürler, buna “REMEL” denilir. Yine
erkekler, tavafta ihramlı iken sağ omuzu ve kolu ihram dışında tutarlar yani
açıkta bırakırlar. Buna da “IZTIBA” denir. Tavaf sona
erince ıztıba da sona ereceğinden tavaf namazı kılınırken açıkta bırakılan omuz
örtülür. Çünkü tavaf namazını omuz ve kol açık iken kılmak mekruhtur.
Tavaf bitince, Makamı İbrahim’in arkasında,
değilse uygun bir yerde;
6 - İKİ REKAT UMRE TAVAF NAMAZI (MAKAM’I IBRAHİM’DE ) KILINIR VE
DUA (MÜLTEZEM KARŞISINDA) EDİLİR:
Tavaf sonrası Makam’ı İbrahim arkasında iki rekat umre tavaf namaz ( Fatiha’dan sonra Kafirun – İhlas süreleri okunur) kılınması
Peygamberimizin (SAV) Sünnetidir. Sonrasında Hz. Peygamberimiz (SAV) Mültezem’e gelerek “ göğsünü,
yüzünü, ellerini açıp oraya yaslandığı ve o şekilde dua ettiği”, buranın
faziletinin hakkında pek çok rivayet vardır.
7 - ZEMZEM İÇİLİR:
Zemzem içerken “E’ûzü besmele” çekilir ve
Hz. Peygamber (SAV) “Zemzem hangi niyetle içilirse o yararı sağlar”. Şifa verici
özelliği vardır. Zemzem içerken“Allah’ım senden yararlı ilim, bol rızık
ve her dert için şifa istiyorum” diye dua edilir.
ve Umre say’ını yapmak üzere Safa Tepesine gidilir. Burada,
8 - UMRE SAY’INA NİYET EDİLİR :
“Allah’ım senin rızan için Umre Say’ı yapmak
istiyorum. Bana kolaylaştır ve kabul eyle” diyerek; Umre Say’ına başlanır.
SAY: Safa ve Merve tepeleri
arasında Safa’ dan başlayıp Merve’ye 4 gidiş ve Merve’den Safa’ya 3 geliş olmak
üzere 7 defa, dua ve tekbirler söyleyerek yürümektir. Safa’dan Merve’ye
gidiş bir şavt, Merve’den Safa’ya dönüş de bir şavt olmak üzere, Say toplam 7
şavttan ibarettir. Her gidiş ve dönüşte yeşil ışıkla işaretlenmiş
sütunlar arasında, erkekler koşar adımla ve daha heybetli bir şekilde yürürler,
Buna “HERVELE” denir. Bayanlar ise normal bir şekilde yürürler.
Say tamamlandıktan sonra Merve de Dua edilip;
9 - TIRAŞ OLUNUR VE İHRAMDAN
ÇIKILIR;
Erkekler saçlarının dipten tıraş eder veya
kısaltırlar. Bayanlar ise saç uçlarından bir miktar keserler. Böylece umre
ibadeti tamamlanmış olur.
Bundan sonra tekrar umre yamak istenilirse, Mikad
mahallinden birine gidilerek ihrama girilir. Ve aynı uygulama tekrar edilir.

Hac,
Alemlerin Rabbi tarafından müminlere yapılan bir davettir. Hac, Allah’a, peygamberlere , âhirete iman gibi esasları
pekiştirmektedir. Hac, Müslümanlara takva,
sabır, sevgi, saygı, kardeşlik, fedakârlık, cömertlik gibi ahlâkî
güzellikleri kazanma ve yaşama imkânı sunmaktadır. Hac, kulun Allah’a verdiği
büyük bir sözdür. Rabbimizle yapılan bir ahitleşme ve misaktır.
Kur’an-ı Kerim’in şeâir olarak
adlandırdığı hac, bir semboller haritası ve bu sembollerdeki manaları bilerek
karar vermektir. Haccın her bir farzı, her bir rüknü, her bir menâsiki
Rabbimize verdiğimiz ruhî, kalbî, kavlî ve fiilî bir
sözdür. Hac ibadeti iç içe geçmiş beş yolculuk olarak
tanımlanmaktadır.
Birinci yolculuk,
İnsanın iç dünyasına, kalbine yaptığı bir
yolculuktur. Evden çıktığımız andan, ülkemize döneceğimiz ana kadar yaptığımız
haccın kalbi bir boyutu vardır. İhramın, mikatın, telbiyenin, tavafın, sa’yin
ve makam-ı İbrahim’in kalple ilgili boyutu unutulmamalıdır. Arafat’ın,
Vakfe’nin, Müzdelife’nin, Mina’nın, şeytan taşlamanın manası hatırdan
çıkarılmamalıdır.
İkinci yolculuk,
İnsanın Ahirete, ebedi hayatına
yaptığı yolculuktur. Bu açıdan baktığımızda ihram bir kefen, Mikat bir dünya
değiştirme yeri, Arafat ise bir mahşerdir. Hac, yeniden dirilişin, mahşerin
provasıdır.
Üçüncü yolculuk,
Kardeşlerimize yaptığımız hicrettir. Tavaf’ta dilleri,
ırkları, renkleri, coğrafyaları farklı milyonlarca Müslüman kutsal topraklarda
bir araya gelmektedir. Dolayısıyla hac ibadetiyle kardeşlerimize de hicret
etmekteyiz.
Dördüncü yolculuk,
Tevhid tarihine
yaptığımız yolculuktur. Hz. Âdem’le başlayan, Hz. İbrahim’le, Hz. İsmail’le
kuralları yenilenen, Hz. Peygamber (s.a.s) ile süreklilik kazanan tevhid
tarihine muhteşem bir yolculuktur. Mekke’ye, Medine’ye, medeniyete yolculuktur.
Beşinci yolculuk,
Asıl yolculuk ise Rabbimize, Beytullah’ın Rabbine
yapmış olduğumuz yolculuktur. Hac, bir anlamda ilâhî aşka bir yöneliştir.
Sevgiliye doğru gitmektir. Kültürümüzde insanın kalbine Beytullah denmiştir.
Kâbe’nin adı da Beytullah’tır. Çünkü Allah’ın tecelli edeceği en güzel mekân
insan-ı kâmilin kalbidir.
Hac, bütün ibadetleri içinde toplayan
bir ibadettir. Hac tevhit eğitimidir, ahlâk eğitimidir, sosyal eğitimdir. Neyi
niçin yaptığını bilmektir. Hac, büyük bir sınavdan, derin bir çileden geçip
ateşte pişmektir. İmanları, gönülleri ve dertleri aynı; duaları, dilekleri ve
yakarışları bir, milyonlarca Müslümanın bir araya geldiği ve tanıştığı,
evrensel bir kongredir.
İbadetlerimiz, Müslüman kalma şuurumuzu
diri tutan ve bizi Allah’a yaklaştıran kulluk görevlerimizdir. Hac,
Peygamberimiz (sav)’in ifadesiyle annemizden doğmuş gibi arınmış, temizlenmiş
ve şuurlanmış olarak evlerimize dönmektir. Bu şuurdan uzak yerine getirilen
hac, turistik bir seyahatten öte geçmeyecektir. (Diyanet Hac Hutbesi)
Hac, çok yönlü bir ibadettir. Malî ve bedenî bir
ibadet olduğu gibi, maddî ve manevî, dünyevî ve uhrevî, ferdî ve
içtimaî boyutları vardır. Bu hâliyle küllî bir teslimiyetin ifadesidir.
Hac ibadetinde zaman kadar, mekân unsuru da
büyük önem arz etmektedir. Hac, bir taraftan maziye yapılmış
ibretli bir yolculuk iken, diğer taraftan da geleceğe yapılacak yolculuk için
çizilecek hikmetli bir yol haritasıdır.
Hac, bir taraftan Allah’a iman, tevhid inancı,
peygamberlere iman, ahiret inancı gibi inanç esaslarını pekiştirirken,
diğer taraftan da Müslümanlara takva, sabır, sevgi, saygı, kardeşlik,
fedakârlık, cömertlik gibi ahlakî güzellikleri kazanma ve yaşama
imkânı sunar. Bu yönleriyle hac, hem akaid, hem ibadet, hem de ahlak
dersleri yoğunlaştırılmış olan bir eğitim merkezi gibidir.
Haccın tarihçesine bakıldığında, Hz. İbrahim’e ve
Peygamber Efendimize kadar uzanan tarihî bir boyutu olduğu görülür. Nemrud’la
olan mücadelesinin sonunda Hz. İbrahim önce Filistin’e gelmişti. Sonra,
ilerleyen yaşında eşi Hz. Hacer’le oğlu İsmail’i, su bulunmayan ve ekili
olmayan bir vadiye, Mekke’deki Beyt-i Haram’ın yanına yerleştirmişti. O
beldenin bereketli olması için dua etmişti. (İbrahim, 14/35-37)
Yüce Allah, Hz. İbrahim ve oğlu İsmail’e, tavaf eden,
namaz kılan, rükû ve secde edenler için Beyt’ini/evini putlardan
temizlemelerini emretmişti. Bunun üzerine onlar Kâbe’nin temellerini birlikte
yükseltmişler ve yaptıkları bu işi kabul etmesi, orayı güvenli ve bereketli
kılması ve zürriyetlerinden Allah’a teslim olacak bir ümmet vermesi için O’na
dua etmişlerdi. (Hac, 22/26; Bakara, 2/125-128)
Sonra Allah, Hz. İbrahim’e, yaya olarak veya
bineklerle gelip Kâbe’yi tavaf etmeleri, kurbanlarını keserek tevhidi yeniden
tesis etmeleri, günahlarından arınıp takvaya/Allah karşısında derin bir
sorumluluk bilincine ulaşmaları için insanları hacca davet etmesini emretmişti. (Hac, 22/27-30)
Bu ilahî emirler doğrultusunda Hz. İbrahim hacda yapılacak fiil ve davranışları
belirlemiş, Kâbe’nin her yıl ziyaret edilmesini sağlamış ve oğlu İsmail’i orada
bırakıp Filistin’e dönmüştü. O tarihten itibaren gelen peygamberler ve
ümmetleri de hac uygulamasını sürdürmüşlerdi.
Daha sonraları Kâbe yönetimini ele geçiren Huzaa’ya
mensup bazı Yemenli bedevilerin beş asırlık hâkimiyetleri döneminde
putperestlik ortaya çıktı. Böylece İbrahim î geleneğe bağlı olarak yapılmakta
olan hac ibadetine şirk karışmaya başladı. Nitekim İslam’ın
doğuşu sırasında Kâbe’yi tavaf etme, umre, Arafat ve Müzdelife’de vakfe, kurban
kesme gibi âdetler devam ettirilmekte, hac putperest gelenekleriyle birlikte
sürmekteydi.
Mekke’nin fethinden sonra Kâbe’nin içinde
ve etrafında bulunan putlarla birlikte Hz. İbrahim’in tebliğ ettiği hac
ibadetinde bulunmayan şirk unsurları da tamamen temizlenmiştir. Gerek hac ile ilgili inen
ayetler, gerekse Veda Haccı’nda Hz. Peygamber’in uygulamaları hacca son şeklini
vermiştir.
Hac, sözlükte “kastetmek ve yönelmek” anlamına
gelmektedir. Fıkıh terimi olarak ise, “Mekke şehrindeki Kâbe’yi ve civarındaki
kutsal sayılan özel yerleri, özel vakit içinde usulüne uygun olarak ziyaret
etmek ve yapılması gereken diğer menasiki/görevleri yerine getirmek” demektir. İslam’ın beş temel
ibadetinden biri olan hac, hicretin dokuzuncu yılında farz kılınmıştır.
Haccın nasıl yapılacağı, birkaç cümleyle işaret etmek
gerekirse; niyet edip ihrama girerek hacca başlanır. Kâbe tavaf edilir. Yapılan
hac çeşidine göre, gerekiyorsa sa’y yapılır. Bundan sonra İfrad ve Kıran haccı
yapanlar, ihramda kalmaya devam ederler. Temettu haccı yapanlar, umreden sonra
ihramdan çıkarlar.
Daha sonra Mina’ya, oradan Arafat’a çıkılır ve Arafat
Vakfesi yapılır. Oradan Müzdelife’ye intikal edilir ve Müzdelife Vakfesi
yapılır. Sonra Mina’ya gelinir ve cemerata taş atılır. Ardından Temettü ve
Kıran haccı yapanlar Hac Kurbanı keserler ve ihramdan çıkılır. Kâbe’ye
gelinerek Ziyaret Tavafı yapılır. Mina’da üç dört gün kalınır. Sonra Mekke’ye
dönülür. Mekke’den ayrılmadan önce de Veda Tavafı yapılır.
Hac ibadeti, ihram, namaz, telbiye, zikir,
vakfe, istiğfar, tavaf, sabır, ilgili yasaklar, kurban ve sadaka gibi yoğunlaştırılmış
bir dizi ibadet ve taatten oluşmakta ve en az birkaç gün almaktadır. Bu ise,
özellikle ibadet için peş peşe birkaç günün ayrılması neredeyse imkânsız hâle
gelen asrımızda, her türlü iş telaşından uzak, sırf ibadetlerle odaklanılan
birkaç gün geçirme imkânı sunmaktadır.
Hac, aslında manevî ve derûnî bir tecrübedir. Çünkü
diğer ibadetlerde olduğu gibi hac ibadetinde de asıl olan, aklîleştirme değil,
içselleştirmedir. Bu ibadetlerin, bazı dinî ve
dünyevî faydaları varsa da, asıl olan onların sırf Allah istediği için
yapılmış olmasıdır.
Hac, belli bir zaman ve belirli mekânlarda gerçekleşen
bir ibadet olduğu için Müslümanlara zaman ve mekân mefhumunu, dünyada her şeyin
belli bir düzen içinde gerçekleştiği şuurunu kazandırır. Buna göre hac, bir ay
içerisinde başlayıp biten bir ibadet değildir. Bireyin iç dünyasının evrensel
olana açılımı ve toplum hayatının kaynaştırıcı bir mayasıdır.
Hac, Müslümanların manevî yönlerini güçlendirecek,
morallerini takviye edecek, izzet ve şereflerini artıracak, sorumluluk
bilinçlerini geliştirecek, onlara birlikte hareket edebilme yetisi kazandıracak
en önemli ibadetlerden biridir. Bu mübarek iklimde Müslümanlar, karşılıklı
olarak sevgi, bilgi, görgü, tecrübe ve kültürel alış-veriş yapma,
birbirlerinden yararlanma imkânına kavuşurlar.
Hac, dünyanın her tarafından gelen Müslümanların aynı amaç
için bir araya toplanmalarına ve böylece kolektif bilincin oluşmasına imkân
veren evrensel bir olaydır. Dilleri, renkleri, ırkları, ülkeleri, kültürleri,
sosyal ve ekonomik durumları farklı olan milyonlarca Müslüman, inanç ve duygu
birliği içerisinde yekvücut olduklarını, kardeş olduklarını, bir bütün
olduklarını yaşayarak idrak ederler. Bu hâliyle hac, Müslümanlar arası
etkileşim ve iletişim için bulunmaz bir fırsattır. Kısa bir sürede ortak duygu,
düşünce ve amacın gizemli güdülemesiyle, aynı toplumun bireyleri olduklarının
bilincine vararak, tüm hayatları boyunca unutamayacakları dostluklar kurarlar.
Böylece hac, uluslararası barış, birliktelik ve dayanışma için de fırsat
bahşeder. Müslümanlar, kardeşlik duyguları içinde birbirleriyle tanışıp, karşılıklı
görüş alışverişinde bulunurlar, problemlerine birlikte çözüm ararlar.
Bu yönleriyle hac, toplumsal bütünleşme ve kaynaşmanın
bir anlamda uluslararası boyutta gerçekleştirilmesidir. Dünyanın dört bir
tarafından gelen Müslümanlar, hem dayanışma ruhunu daha derinden ve daha
coşkulu hissederler, hem de birbirlerinin yanında ve arkasında olduklarını,
birbirlerini desteklediklerini ortaya koyarak bir anlamda güç gösterisinde
bulunurlar.
Hemen bütün ırklara mensup olan, fizyonomileri, ruhî
özellikleri, sosyal konumları ve coğrafî bölgeleri farklı bulunan birçok
insanın katıldığı hac ibadeti günlerinde Mekke ve Medine’yi dolduran kalabalığı
seyretmek, bu sayede birlik içinde çokluğun ve çokluk içinde birliğin
tecellilerine vâkıf olmak, gerçekten İslam’ın azamet ve mükemmeliyetini
müşahede etmek demektir.
Hac, asırlardır farklı bölgelerden gelen âlimlerin
buluştukları, tanıştıkları, tartıştıkları, ilmî alışveriş yaptıkları bir ilim
merkezi olmuştur. Hac vesilesiyle çeşitli yeni fikirlerden, yeni eserlerden
haberdar olan kimi âlimlerin, ilmî hayatında ciddi anlamda değişim ve gelişim
meydana gelebilmiştir.
Hac esnasında dünyanın her tarafından Kâbe’ye gelen
Müslümanlar, aralarında önceden yapılmış herhangi bir anlaşma olmaksızın aynı
fiilleri aynı şekilde gerçekleştirirler. Böylece Müslümanlar, birbirlerinden
habersiz olarak aynı ideallere yönelik bir gayret içinde bulunduklarını fark
ederler. Bu arada kendileri dışında milyonlarca insanın aynı amacı
paylaştığının bilincine ulaşırlar. Hac, dünyanın neresinde yaşarlarsa
yaşasınlar, bütün Müslümanların aynı değerlere sahip oldukları ve bu değerlerin
kendileri için ortak bir zemin oluşturduğu gerçeğinin en açık ifadesidir.
Yüce Allah’a ulaşabilmenin yolu, ancak O’nun rızasını kazanmakla
olabilmektedir. Bu da Rabbimizin koymuş olduğu emir ve yasaklarına uymaktan
geçer. Bunun yolu da tüm şehevi isteklerden, yasak ve yanlış olan herşeyden
uzak durmakla ve emirlerine itaat etmekle, tam bir teslimiyetle olur.
İslam Öncesi eski dinlere bağlı insanlar bunu gerçekleştirebilmek için halktan
uzak kalarak, ruhbanlık sınıfını seçmişler, halkla olan ilişkilerini en aza
indirmeye yönelmişlerdir. Hatta gidip dağ başlarında, dağlardaki oyuklarda
kalmayı tercih etmişlerdir. Hep halktan ve insanlardan uzaklaşsın
istemişlerdir. Bunu da tek amaca yönelik istemişlerdir. Allah’a yakın
olmak ve Rabbiyle baş başa bulunmak. Bunun içinde
nefislerini dünyevi maddi ve manevi haz ve lezzetlerden uzaklaştırmışlardır.
Bu, sırf ahiret arzusuyla, Rabbe kavuşma özlemiyle yapılıyordu.
Nitekim Rabbimiz böylelerini Yüce Kitabında överek şöyle buyuruyor: “Bunun sebebi, onların
içinde bilgin keşişlerin ve dünyayı terk etmiş rahiplerin bulunmasıdır ve
bunlar büyüklük taslamazlar.” Maide 5/82
Böyle insanların bulunduğu devirler ortadan kalkması, bu tür insanlar
dünyadan ayrılmasıyla birlikte, İnsanlar nefislerine uyarak kendilerini
büsbütün şehevi istek ve duygulara verdiler. Nefislerinin önünde birer
esir, rüzgar önünde birer çöp, deniz
üzerinde birer köpük misali oraya buraya atılıp durdular.
Allah’ a ibadeti bıraktılar, O’ndan uzaklaştılar. İşte bunun üzerine Yüce
Allah, peygamberi Hz. Muhammed (SAV)’İ gönderdi ki, ahiret yolunu aydınlatsın,
bu yolda daha önce giden peygamberlerin ve insanların sünnetini ve gidiş
tarzlarını yeniden diriltsin. Nitekim bunun la ilgili olarak, Rasülullah
(SAV)’a eski dinlere ve milletlere ilişkin sorular sorulduğunda O’ndan
ruhbanlık hakkında bilgiler istendiğinde, Rasüllullah (SAV) şöyle
buyurmuşlardır;
“Allah
bize bunu yerine (Ruhbanlık ve seyahat) yerine kendisi uğrunda ve dinini egemen
kılmak için cihadı farz kıldı/verdi ve bir de her yüksek bir
noktaya hac yolunda çıkışımızda yüksek sesle tekbir getirmeyi
emretti.”
Yüce Allah’ın bu ümmete en büyük lütfu, onlara ruhbanlığı değil, bunun
yerine haccı farz kılmasıdır. Kaldı ki Beytullah’ın şeref ve
saygınlık kazanması ise, Rabbimizin bizzat bu mübarek Beyt-İ Atik’i (Kabe’yi)
kendi Zatına/Allah’ın Evi diye izafe etmiş olmasıdır. Bunu kulları için ziyaret
amacıyla gelip görmeleri için hedef göstermesidir.
Yüce Allah Beytullah’ın çevresini de, Beyti için Harem/Koruluk kıldı
ki, Beyti’nin saygınlığını ve azametini göstermek istedi.
Arafat alanının ise, havuza akan oluk gibi kılınmasını istemiş ve böyle
kılmıştır. Aynı zamanda Harem sınırları içerisinde avlanma ve ağaçlarını,
otlarını kesme yasağını koyarak, bunun hürmetini/saygınlığını pekiştirmiştir.
Yüce Allah, kullarına, hac ibadeti için Beytini ziyarete gelenlere bazı
yükümlülükler yüklemiştir. İnsanlar bunları akıl ile çözemez, bundan kendisince
belki bir anlam da çıkaramaz. İnsanlar hac sembollerini düşündüğünde meseleyi
pek anlayamaz. Örneğin şeytanları taşlama olayını, tekrar tekrar Safa ile Merve
tepeleri arasında gidip gelmeyi. İşte bu ve benzeri ibadetler sebebiyle gerçek
manada kulluğun ne olduğu ortaya çıkar ve kime kulluk yapıldığının hazzına ve
tadına varılır.
Diğer taraftan mesela zekatı ele alalım. Bu, fakirlere karşı bir acıma hissi ve
Rabbimin insanların arasındaki büyük uçurumu önlemek için koyduğu bir farzdır.
Bu bakımdan insan zekatı verdiği zaman, aşağı yukarı bunun ne ifade ettiğini
kavrayabiliriz. Akıl da buna bir yönelim gösterebilir. Oruç ibadetine
gelince, Allah düşmanı şehevi duyguların önlenmesi için bir kalkandır.
Meşguliyetleri ve başka şeyleri bırakıp Allah için ibadet ve kulluğun
ifadesidir. Namazlardaki rükü ve secdeler, insanın varlığı
itibariyle Allah’a karşı tevazu göstermesidir. Bu, tevazuun bir göstergesidir.
Bu bakımdan insan ruhu ve nefsi bunun Allah’a tazim amacıyla yapıldığını şu
veya bu şekilde kavrayabilir.
Oysaki Sa’y için gidiş gelişler, şeytan taşlamalar ve
benzeri amellere gelince, bunların diğer ibadetler gibi, bunun şunun içindir,
şu da bunun içindir türünden akıl yoluyla hemen bir şeyler, yorumlar
getirilebilecek bir durumu yoktur. Nefis/ruh ve insan tabiatı ilk
bakışta bunlara pek bir anlam veremez, bunlara karşı bir yakınlık hissi
duyamaz. Çünkü bunlar akıl ile öyle hemen sebepleri anlaşılabilecek türden
ibadetler değillerdir. İşte burada devreye giren tek şey var. O da ” Mademki böyle yapmak
Rabbimin emridir. O halde ne olursa olsun, sırf O’nun emri olduğu için
yapmalıyım” diye yapacaktır.
Böylece öncelikle olarak emre bağlılığını gösterecektir.
Çünkü bunun vacib, uyulması gereken bir emir olduğunu bilecek, anlayacak ve
kavrayacaktır. Artık burada akıl devre dışıdır. Nefis ve
benzeri hususların alışageldikleri şeyler burada göze çarpmaz, insan tabiatı da
buna meyletmez. Burada meyil ve buraya yönelişin tek nedeni,
bunun Allah’ın emri olmasıdır. Dolayısıyla bu emre
uyularak istenilen eyleme ve fiile dönüştürülmüş olmaktadır. Böylece artık
neredeyse tam anlamıyla insanın Allah katında köleliği, kulluğu ortaya
konuluyor ve O’na boyun eğme gündeme geliyor. İşte bunun
içindir ki Rasulüllah (SAV) özellikle hac ile ilgili olarak şöyle
buyurmuştur:
“Buyur
Rabbim! Hakkıyla ve eksiksiz olarak Hac ibadetimi yaparak kulluğumu ve bir köle
olduğumu/emrine her an hazır olduğumu belirtmek isterim.”
Dikkat
edilirse, Rasulüllah (SAV) hadisinde yer alan yukarıdaki ifadeleri namazda veya
bir başka ibadetlerinde söylemiş değildir. Mademki insanların akıl
erdiremeyeceği ve ruhunda yakınlık, samimiyet sağlayamayacağı bir fiili
yaparak, ibadet ve kullukları istenmektedir.
İnsanlar buna bir anlam veremeseler de, Yüce Allah sırf böyle emrettiği ve bunu
emrettiği için, O’nun hikmetinin gereği olarak gereken yapılır ve yapılmalıdır. Çünkü insanların kurtuluşu,
insanların pek de alışkın olmadıkları kimi amellerin yapılmasına bağlı
bulunmaktadır, onları yapacaktır. Yüce Allah böyle yapmakla kulların tüm
davranış, fiil ve hareketlerinin kontrol ve denetim altında tutulduğunu, her
fiilerinin şeriat dizginiyle değerlendirileceğini bildirmiş olmaktadır.
Yani din ve dünyaları için, gerek bireysel olarak, gerek
toplumsal olarak ve gerekse devlet açısından tüm hareketlerini ve işlerini
şeriat ölçüsüne göre düzenlemelerini istemektedir. Öyle ki bu, insanların
akıllarıyla çözemedikleri şeytan taşlama işine varıncaya dek şeriat
kurallarının dışında akıllarını bir ölçü yapmamalarını
istemektedir.
Böylece insanlar, yapacakları ve yaptıkları amellerinde, Allah’a
nasıl boyun eğmeleri gerekiyorsa, onun kanun ve kurallarına boyun
eğerek yapmış olacaklardır. Sırf kulluklarının gereğini yapacaklardır.
Çünkü bunların nefis eğitimi ve terbiyesi üzerinde önemi oldukça büyüktür.
Farklı ve çeşitli kulluk hizmetlerinin istenmesi ve bunların da yerine
getirilmesiyle kulluğun asıl hazzına ve tadına varabilmektir. Çünkü kulluk,
kişinin nefsinin ve heva ile hevesinin peşinden
sürüklenip gitmesi ve asıl köleliğinin anlamını unutması demek değildir.
Böylece insan doğal oluşun, tabiatın ve ahlakın gereklerinden ayrılıp köleliğin
icabı olan işleri yapacaktır. Meseleleri ahlaksal veya doğal açıdan asla bir
değerlendirmeye tabi tutmayacaktır.
Eğer gerçekten sen bu hassas noktaları kavrayabilmiş ve yakalayabilmişsen
mesele yok. Bu demektir ki, sen işin özünü anlamışındır. Yani nefis bu hayret
ve şaşkınlık veren şeylere bir anlam veremeyecektir, akıl da bunu kendi
açısından bir yoruma tabi tutamayacaktır. Bu açıdan nefsin bunlardan ürpermesi,
ibadetten pek hoşlanmaması ve kul olabilmenin hazzını tadmamasıdır. Eğer
nefis bunu hazzına varabilse zaten mesele biter. İşte bir anlam veremesek de
Rabbimin kimi emirleri ve hükümleri bizleri bu manada belli bir eğitime tabi
tutmak ve bizi yönlendirmektir. (İmam-ı Gazali)
Hac, ruhun Allah’a yükselişini temsil ettiğinden, Kâbe bir hedef değil
belki de sonsuzluğa ve bu manevî atmosfere geçişin başlangıcıdır. Dıştan
bakıldığında sembolik
davranışlar şeklinde görünen hacdaki her fiil ve davranışın bir anlamı ve
mümini eğitici ve bilinçlendirici bir yönü vardır.
“Kim Allah’ın sembollerine saygı gösterirse, şüphesiz
ki bu, kalplerin takvasındandır.” (Hac, 22/32)
İbadetler, Allah nasıl emretti ve elçisi nasıl gösterdi ise, öyle yapılır. Çünkü ibadeti
yapacak olan mümindir. İnanan ve Allah’a bağlanan bir Müslüman için ibadet bir
yük değil, zevkle yerine getirmek istediği bir ihtiyaçtır. Mümin bu
ihtiyacını Allah ve Resûlü’nün sunduğu program dahilinde yerine
getirir. Dolayısıyla ibadetlerin şekli ve yapılışı konusunda aklen yapılacak
açıklamalar, nihayet bir yorumdan öteye geçmez. Bu alanda akla gelebilecek pek
çok sorunun cevabı şudur: “Hz. Peygamber ‘Ben nasıl namaz kılıyorsam,
siz de öyle kılın!’ (Buhârî, “Edeb”, 27); ‘Haccın yapılışına ilişkin
uygulama (fiil ve davranış) larınızı benden alın!’ (Nesâî,
“Menâsik”, 220) buyurmuştur ve onun için bu ibadetler böyle yapılmaktadır.”
Şu var ki, ibadetlerin görünen yönlerinin yanı sıra çeşitli hikmetlerinin
de varlığı inkâr edilemez. Dolayısıyla, onların yerine getiriliş biçimlerinin
öğrenilmesi kadar, hikmetlerinin de anlaşılması bir ihtiyaçtır. Özellikle de
hac gibi, bünyesinde pek çok sembolik anlamlı fiili barındıran bir ibadetin
özünün ve ruhunun yakalanabilmesi, ayrı bir önem taşımaktadır. Zira hac, baştan
sona sembollerle dolu bir ibadettir. Bir semboller haritasıdır âdeta. Tavaf,
Sa’y, şeytan taşlama, Arafat’ta vakfe gibi hac ile ilgili fiil ve
davranışların hepsi sembolik anlamlar taşımaktadır.
Hac’ca karşı duyulan iştiyak/özlem; Kabe’nin Yüce Allah’ın evi olduğu,
buraya gelen misafirlerinin mutlaka buradan istifade edeceği gerçeğini tam
anlamıyla idrak edenler, mutlak a buranın özlemini çeker. Beytullah’ı ziyaret
etmek adeta Yüce Allah’ı görmeye niyet etmektir. O’nun huzurunda kabul edileceği
günü büyük bir özlemle ve iştiyak ile bekler durur. Dünyadayken Yüce Allah’ın
Beytini ziyaret etmek, va’d olunan o büyük günde Yüce Allah’ın yüzüne/zatına
bakmak, cemalini görmek olacaktır. Bu Darul Karar denilen asıl kalınacak yer
olan Cennette olacaktır. Çünkü bunun dünya ve fani olan gözle görülmesi mümkün
değildir. Dünya gözüyle Yüce Rabbin cemalinin görülmesi; göz burada buna uygun
yapıda olmadığından, görmek mümkün olamaz. Çünkü buna güç yetiremez. Gözlerdeki
mazeret sebebiyle göz Rabbinin cemalini görmeye hazır bir konumda değildir.
Dolayısıyla ilahi nur ile sürmelenme imkanını da kazanamamaktadır. Eğer gözler
gerçekten dünyada görevini yapar da bu şekilde ilahi huzura giderlerse, ebedi
olan ve adına “Daru’l-Beka” denilen o asıl vatanda, ebedileşmek
yani ölmezlik söz konusu olduğundan tüm dünyevi sebepler ve fanilik olayı
ortadan kalkmış bulunacaktır ve gözler de Rabbini görebilme imkanını
kazanacaklardır.
İşte insan öylesine bir özlem duymalıdır ki, asıl sahibi olan Rabbini görme
özlemiyle, önce onun beytini, evini ziyaret edeyim ki, kıyamet gününde Rabbimin
huzurunda, onunla kavuşma imkanını elde edeyim ve O’nu görebilme özlemine
kavuşup bu hasreti giderebileyim. Bu özlemin ve hasretin giderilmesi de
öncelikle Beytini ziyaretten geçer. Çünkü İlahi söz ve vaad, beyti görenin,
Rabbinin de özlemini duyacağından, O’nu mutlaka bir gün görecektir,
özlemine kavuşacaktır. Demek ki asıl özlenilene kavuşabilmek için önce özleme
gidiş yollarını, sebeplerini aramalı ve bunları yerine getirmeli ki, arzusuna
ulaşabilsin. Bu açıdan aslında seven, sevdiğine kavuşmak için O’nun tüm
isteklerini de özler ve yapmayı ister. Bilindiği gibi, Ev/Beyt Allah’ın
Evi/Beytullah diye Yüce Rabbimize izafe olunmaktadır. İşte sırf buraya Allah’ın
evi/Beytullah denilmesi sebebiyle insan mutlaka buranın özlemiyle yanıp
tutuşmalıdır ki, asla ulaşabilsin. Kaldı ki Yüce Allah, Kabe’yi bu amaçla
ziyaret edeni ödülsüz de bırakmıyor, kendilerine sayılamayacak sevap ve mükafat
veriyor, onları sevinçle ve mutlulukla dolacakları bir mükafatla karşılıyor.
Azim ve Gayret: Hacca niyetlenmiş kişi, Yüce Rabbi’nin Beytini ziyaretiyle birlikte artık,
tüm şehevi istek ve arzularını, tüm haz ve duygularını, nefsin arzu ve
özlemlerini de bırakmaya ve terk etmeye karar vermiş demektir. Kendi gözünde Beytullah’ın
sahibi olan Rabbini kendi nefsinde büyütmüş ve ululamış demektir. Bu kararı
veren bir Müslüman şu gerçeği çok iyi anlamalıdır. Öyle sıradan ve basit bir iş
için karara varmış değildir. Oldukça önemli bir işe, derecesi yüksek bir göreve
karar vermiştir. Fakat buna rağmen çevresi hep çalılarla ve tehlikelerle
sarılmış bulunmaktadır. Eğer bir kişi gerçekten büyük ve önemli bir işe karar
vermişse, bu demektir ki, gayet ağır bir işe atılmıştır. Artık bundan böyle her
davranışında ve niyetinde samimi olmalı, hep Allah’ın rızasını
gözetmelidir. Riyadan, gösterişten, desinlerden ve görsünlerden uzak
olmalıdır. Allah katında sadece
ve sadece samimi ve ihlas ile yapılan amellerin kabul edildiğini
bilmeli ve bunu gerçekleştirmelidir. Samimiyet de ancak riyadan,
gösterişlerden, desinler ve duysunlardan kaçınmak ve uzak durmakla mümkündür.
Mutlaka sıradan ve önemsiz olan şeyleri bırakmalı ve en hayırlı olanını
seçmelidir. En basitin peşine düşmemeli, en değerli olanı amaçlamalıdır.
Dünyası için ebedi ahiret hayatını karartmamalıdır.
Allah’tan başka
Şeylerle bağları kesmek: Hac yolculuğuna
çıkılırken, sırf Allah rızasını gözeterek masiyetin her çeşidiyle alaka ve
bağların koparılması gerekir. Kime zulmettiyse, onlardan helallik
dilemeli. Yaptığı yanlışlar ve işlediği günahlar sebebiyle tövbe etmelidir.
Çünkü başkasına yapılan her haksızlık ve zulüm, insanın peşini bırakmayan bir
bağdır. Her nereye gidersen, seni izler durur. Yani her tür yanlış bir iş,
tıpkı insanı bu yüzden takip eden bir polis kontrolünde gibidir. Kişi her an
izlenir durur. Dolayısıyla yapılan yanlışlıklar, insanın getirmeye
başladığı “Telbiye” yani Lebbeyk duasına takılır ve şöyle
seslenir: “Ey herkese haksızlık etmiş kişi! Sen böyle nereye gidiyor ve kime
yöneliyorsun? Sen Melikler Meliki Yüce Allah’ın evine gitmeye karar vermiş,
yola çıkmışsın ama, henüz daha bu evin içinde bile O’na karşı geliyorsun, adeta
O’nun la alay edercesine hareket ediyorsun. O’nun emirlerini ihmal ediyorsun.
İşin başında olsun utanmıyor musun? Allah’ın huzuruna asi bir kul olarak gidip
de, geri çevrilecek olman ve kabul edilmemen gibi bir şeyi hiç mi
hatırlamazsın? Gerçekten Allah tarafından ziyaretinin kabul edilmemesi gibi bir
şeyi hiç mi hatırlamazsın? Eğer gerçekten, Allah tarafından ziyaretinin kabul
edilmesini istiyorsan, mutlaka O’nun emirlerini yerine getir. Kime
kötülük ettiysen, kime karşı haksızlığın olmuşsa bunların helal kılınmasına
bak. Yaptıklarından ötürü Allah’a dön ve tövbe et. Evet, her şeyden önce
yaptığın tüm kötülüklerden dolayı Allah’a tövbede bulun. Kalbini Allah’tan
başka bir şeyle meşgul bulundurma, başka şeylere iltifattan uzak dur. Bunları
yerine getir ki, tüm kalbinle ve iç huzuruyla Rabbine yönelmiş olabilesin.
Nasıl ki şu görünen yüzünle O’nun Beytine, evine yönelmişsen, gönlünle de
bizzat Rabbinin kendisine yönelmiş olduğu kanıtlamalısın. Eğer bu söylenenleri
yerine getirmezsen, yaptığın yolculuklar sana sadece kar olarak çektiğin
sıkıntı ve eziyet kalır, başka şey değil. Başta sana kalacak olan sıkıntı ve
eziyet. Arkasında yaptığının yüzüne çarptırılması ve huzurdan kovulman
gelecek.
Ülkesinden, ailesinden, çoluk ve çocuğundan vedalaşılırken, adeta bir daha
hiç dönemeyecekmiş gibi bir tavır ve inanç niyetiyle olunmalıdır. Geride
kalanlarla tüm bağ ve bağlantılar kesilmeli. Nasıl ki, bir daha geri dönmemek
üzere ayrılan kişi, çoluk ve çocuğuna vasiyet yazdırıyor ve gerekenleri not ettiriyorsa,
aynı şekilde hareket etmeli. Çünkü yolcu ve onun elindeki varlığı her an
tehlikeyle yüz yüzedir ancak Yüce Allah’ın kendilerini himaye ettiği kimseler
ve korudukların kişiler bundan müstesna kılınmıştır. Hac yolcuğu aslında
ahirete giden yolculuğa bir kolaylık sağlamaktadır. Kaldı ki önünde ve sonunda
dönüş sadece Allah’adır. Bu hac yolculuğu için yapılan hazırlıkların aynısının
mutlaka asıl yolculuk olan ahiret yolculuğu için de yapılması gerekmektedir.
Yol azığı (Takva) edinmek : Hac yolculuğuna çıkan bir kimse, yol için hazırladığı ve hazırlayacağı
azığına da mutlaka dikkat etmelidir. Onun helal kazancından almalıdır. Ahiret
yolculuğu, çıkılacak yolculukların en uzunudur ve bir daha da dönüşü yoktur. Bu
yolculuk için gerekli olan azık ise Takvadan başkası değildir. Takvanın dışında
ahiret için “azıktır” diye sanılan şeyler, insanın ölümüyle insanı terk edip
uzaklaşırlar. Hatta birçokları da kendisine ihanette bulunurlar. Tıpkı daha
yolun başındayken yanına aldığı azıkların tedbirsizlikten ötürü bozulması gibi,
adamı ortada aç-susuz bırakacağı gibi, dünyada ahiret için azıktır diye sandığı
birçok şeyler kendisini öylece ortada bırakıverir. Tam lazım olduğu anda, her
şeyin bozulduğunu gören bir yolcu nasıl şaşkınlık geçirir ve ne yapacağını
bilemez olursa, bir çaresi de yoksa, ahiret için tedbirsizlik edenin hali de
aynen öyle olur. O halde asıl ahiret azığı olacak olan amellerini iyi seçmeli
ve güzel yapılmalıdır. Ölümden sonra kendisine arkadaşlık etmeyecek ve
kendisini yapayalnız tek başına bırakacak amellerden uzak durmalıdır. Özellikle
de amelleri zedeleyen ve hatta yok etmeye neden olan riya, gösteriş ve kusurlu
davranma gibi hareketlerden oldukça uzak bulunmalıdır.
Hacca
ilişkin fiil ve davranışlar ,sembollerin anlam ve manaları, hikmetleri :
1- ÇAĞRI :
“İnsanları
hacca çağır ki, yürüyerek veya uzak yollardan gelen yorgun develer üstünde sana
gelsinler…” (Hac, 22/27)
Yüce
Allah’tır bu çağrı emrini veren. Çağırmakla emrolunan, ilk
önce Hz. İbrahim’dir. Çağrılacak davetliler bütün
insanlar; davete icabet edenler ise, teslim olanlardır. Allah Teala,
Hz. İbrahim’e Kâbe’yi inşa ettirip namaz kılacaklar için her türlü şirk
unsurundan temizlettikten sonra, insanları hacca davet etmesini emretmiştir.
Son peygamber Hz. Muhammed (s.a.s.) ise bu İbrahimî çağrıyı yenilemiş ve
ebedîleştirmiştir.
İlgili ayetlere bakıldığında insanlar, birtakım faydalara tanık olmaları ve
Allah’ın kendilerine verdiği hayvanları Allah’ın adıyla kurban etmeleri,
etlerinden muhtaçlara yedirmeleri, günah kirlerinden arınmaları, adaklarını
yerine getirmeleri, Beyt-i Atîk’i yani Kâbe’yi tavaf etmeleri gibi bazı
hikmetler için çağırılmaktadır. (Hac, 22/27-37)Kısaca bu çağrı, Allah’ı
mübarek yer ve zamanlarda anmaya, tevhide ve takvaya bir çağrıdır. Halkımız arasında
çok yaygın olan “hacca çağrılma”
deyimi, işte buradan gelmektedir. Çağrı, Allah’ın emriyle uzun zaman önce Hz.
İbrahim tarafından yapılmış, Veda Haccı’nda ise bizzat Hz. Peygamber tarafından
yinelenmiştir. Şayet bir Müslüman hacca gidebilecek güç ve imkânı
bulabiliyorsa, o, bu çağrının doğrudan muhatabıdır ve gecikmeden bu daveti
kabul etmelidir. Nitekim Yüce Allah, “Yoluna gücü yetenlerin Kâbe’ye
gelerek haccetmeleri, insanlar üzerinde Allah’ın bir hakkıdır.” (Âl-i
İmrân, 3/97) buyurmuştur. Bu İbrahim î çağrıyı duymak istemeyenler, davetin
kimden geldiğini, davetçinin kim olduğunu ve davette neler kazanacaklarını dikkate
almalıdırlar. Aksi takdirde bu çağrıya icabet etmeyip, son çağrıya yani ölüme
uymak durumunda kalmaları hâlinde, neler kaybedeceklerini de düşünmelidirler.
Her yıl tekrarlanan bu çağrıyı “Lebbeyk!”
yani “Buyur Allah’ım!”
diyerek kabul etme bahtiyarlığına eren Müslüman da, bunun herhangi bir ülkeye
yapılmış sıradan bir seyahat davetiyesi olmadığını bilmelidir. Bunun son derece
özel bir çağrı olduğunu, kendisinin de Allah’ın seçkin davetlileri arasına
girdiğini ve O’nun huzuruna hangi ruh hâli ile gideceğini idrak etmelidir.
Niçin ve nereye çağrıldığını anlamalıdır.
2. YOLCULUK :
“(Yol
için) kendinize azık alın. Gerçekten en hayırlı azık takvadır.”
(Bakara, 2/197)
Mekke dışından gelenler için hac, yakın olsun uzak olsun, neticede bir
yolculuktur. Hangi vasıtayla yapılırsa yapılsın, her yolculuğun belli bir
heyecanı, stresi ve çilesi vardır. Belki de hac esnasında gerekli olan sabrın
ilk tüketileceği, ilk sınavın verileceği kısımdır yolculuk. Yakın zamanlara kadar
kızgın çöllerde günlerce, haftalarca süren, bin bir türlü güçlüklerle aşılan,
veba, soygun, açlık ve susuzluğun yaşandığı hac yolculuklarının yanında, bugün
yapılan birkaç saatlik yolculuk için Yüce Rabbimize ne kadar şükredilse azdır.
Her yolculuk için yapıldığı gibi, bu kutsal yol için de çok yönlü
hazırlıklar yapılmalıdır. Bu çerçevede hacca giden Müslümanlar kul
haklarını öder, çevresindeki kardeşleriyle helalleşir, bütün günahlarına samimi
bir şekilde tövbe eder, gözü arkada kalmayacak şekilde dua ve niyazlarla
Allah’a tevekkül ederek evlerinden ayrılırlar. Yol arkadaşlarına,
kendisini oraya ulaştıracak vasıtaya, kendisine rehberlik edecek kimselere ve
organizasyonun seçimine dikkat ve hassasiyet gösterirler. Yolculuğun huzurlu,
verimli ve bereketli geçmesi için ellerinden gelen gayreti gösterir, herkese
iyi davranır, himmet ve hizmet ederler. Allah’a yapılan bir yolculuk olduğunun
bilinciyle, sanki bunun âhirete giden son yolculuk olduğunu düşünürler. Aslında
ölümün nerede ve ne zaman geleceği bilinmediğinden, bu ihtimal her yolculuk
için söz konusudur. Zira yola çıkan kimsenin hacca varabilme ihtimali olduğu
gibi, hayat yolculuğunu hiç bilmediği bir anda tamamlayabileceği de
muhakkaktır.
Dolayısıyla çok kısa bir süre için çıkılan hac yolculuğuna yapılan
hazırlıkların, çok daha fazlasıyla hayat yolculuğu için de yapılması
gerekmektedir. Örneğin, yetmiş yıl süren bir ömür yolculuğunda hac, sadece 3-4
haftalık kısmı oluşturur. Bu yolun 3-4 haftalık kısmında sembolik olarak
Kâbe’ye gidilirken, onun öncesinde ve sonrasında kulun Allah’a olan yolculuğu
devam etmektedir. Bu nedenledir ki, inançlı ve bilinçli bir yolcu, asıl
hazırlığını bu ebedî yolculuk için yapmalıdır.
Yüce Rabbimizin Kur’an’da İslam’ı daima bir yol (sebîl, sırât) olarak
zikrettiğini, Peygamber Efendimizin de bir hadisinde, “Dünyada gurbetteymiş gibi ya da bir yolcuymuş gibi” olmamızı
tavsiye ettiğini (Buhârî, “Rikâk”, 3) bilen gerçek yolcu, gideceği yere hangi
azıkla ve hazırlıkla ulaşabileceğini, oraya neler götüreceğini iyi bilmelidir.
Yukarıda zikrettiğimiz ayete göre, bu azık “takva” yani, Allah karşısında
sorumluluğunun bilincinde olmadır. Kısaca hac yolcusu, aynı
zamanda Hak yolcusu olduğunu anlamak durumundadır. Hac yolculuğu için bir
hazırlanıyorsa, Hak yolculuğu için bin hazırlanmalıdır.
Hac yolculuğunun heyecan veren başka bir yönü de, bir taraftan âdeta Hz.
İbrahim’in asrına veya Hz. Peygamber (s.a.s.) ve sahabe dönemine yani geçmişe;
diğer taraftan da hac sonrasında kazandıracaklarıyla geleceğe yapılan bir
yolculuk olmasıdır. Dolayısıyla bu yolcu, âdeta bir zaman tüneliyle Hz. İbrahim
ve ailesine, ardından da Asr-ı Saadet’e gitmektedir. Sanki Hz. İbrahim’in
çağrısını bizzat kulaklarıyla duymuş, âdeta orada onlarla görüşecekmiş gibi bir
ruh hâli ile çıkar yola.
Nihayet bu yolculukta, ömür boyu her namazda yöneldiği kıblesi olan
Kâbe’yle arasındaki binlerce kilometrelik mesafe kalkacak, yıllarca hasretini
çektiği Allah’ın evini birkaç metreden dünya gözüyle doya doya seyrederek namaz
kılacaktır. Yüce Allah’ın huzuruna çıkacağı, zaman ve mekânın dürüleceği,
tarifi mümkün olmayan, ancak yaşayarak tadacağı bir yolculuk yapacaktır.
Ülkeden ayrılış: Hacca niyet
eden kişi, artık ailesinden, çoluk ve çocuğundan, ülkesinden ayrılıp bir
yolculuğa karar vermiş bulunmaktadır. Bu yolculuk Yüce Allah’ın rızasına
yöneliktir. Bu başka yolculuklara benzememektedir. Herhangi bir amaçla olan
dünya yolculuklarına benzemez. Dolayısıyla yapmakta olduğu yolculukla neyi
arzuladığını gönlünde iyice hazırlasın, kalbi buna hazırlıklı bulunsun. Gittiği
kapı kimin kapısıdır ve kime doğru gitmektedir? Bunların hesabını mutlaka
yapmalıdır. Evet, kimi ziyaret etmeyi amaçlıyor? Niçin bu yola çıkıyor?
Kendisini bütün bunlara hazırlamalıdır.
Bilmelidir ki, kendisi melikler meliki Yüce Allah’a
doğru yolculuk etmektedir. O’nun evini ziyarete gitmektedir. Başka
yolcuların ve ziyaretçilerin oraya yöneldikleri gibi kendisi de buraya doğru
gitmeyi ve öteki ziyaretçiler arasında yerini almayı güzelce hedeflemelidir.
Ziyaretçilerin tümüne manen davetiye çıkmış ve onlar da bu davetiyeye karşılık
vermek suretiyle bu ziyaret yolculuğuna çıkmışlardır. Buraya teşvik olunmuşlar,
buranın özlemi gönüllerine yerleştirilmiş olup, işte bu özlemlerini gidermeye,
Rabbin kapısına ve huzuruna kabule çıkıyorlar. Çünkü bu mübarek beldeyi ve evi
alıp görmeleri istenmiş ve onlar da hemen harekete geçmişlerdir. Böylece her
şeyden ilgi, alaka ve bağlarını koparmışlardır.
Bu daveti alanlar halktan ve insanlardan, bulundukları çevreden ayrılıp,
Yüce Allah’ın Beytine doğru harekete geçmişlerdir. Çünkü Allah Beytiyle ilgili
işi/ hizmeti ululamış, bununla ilgili durumu büyütmüştür, kadrini de yüksek
kılmıştır. Böylece Yüce Allah’a kavuşmakla teselli bulmuşlardır. Beytin Rabbi
Allah ile kavuşmak… Böylece varabilecekleri en son hedefi bulmak ve bununla
rızıklanmak, mutlu olmak istemişlerdir. Rablerinin cemaliyle mutlu olmayı ve
O’na nazar kılmayı dilemektedirler. O halde, mutlaka gönülde insan Allah’a
kavuşmayı yerleştirmeli, O’nun tarafından kabulünü istemelidir. Allah’ın
fazlına ve keremine bakmalı ve buna güvenmelidir. Beytini ziyaret edenlere,
asıl sevgisini, kendisine olan özlem duygusunu pekiştirip gerçekleştirmesini
dilemelidir.